Pazar, Aralık 23, 2007

Marketlerin ve mutfakların dışı


Arpa şehriye yokmuş evde, yıldız şehriyeden pilav yaptım. Muhteviyat: rende havuç, iki çarliston, bir soğan, domatesi temsil edecek bir şey... Salça, domates püresi, kuru domates... Zira tezgahtaki sözdelerinden kaçınmak lazım şu sıra; artık kokusunu da taklit ediyorlar, mis gibi sırık domatesi kokuyor, ama iç mekan iki kimyasalın reaksiyonundan mamül köpük gibi.
Şehir/ülke dışına çıktığımda market gezmeyi çok severim. Barselona'nın BİM'i gibi bir marketten şahane ambalajlı ton balıkları, teneke kutularda kalamarlar almıştım; sudan ucuz... Moskova'da hiç turistik olmayan bir bölgede, gecenin köründe açık bir marketten baharatlar toplamıştım. Oralarda muhtemelen ilk kez bir yabancı gören kasiyer kız beni bağrına basmış, hangisinin hangi yemeğe iyi gittiğini beden diliyle anlatmıştı. Şefi mendebur kadın ses edene kadar benimle dolaştı, kendi eliyle yapmış gibi ondan da alayım, ondan da alayım istedi. Şanghay'da çizgi film ambalajlı kakaolu sütlerin hastası olmuştum, olay mahallinde tükettim tabii. Napoli'den, Roma'dan koca bir poşet dolusu makarna getirmiştim, hatta sonra yapmaya kıyamadığım en güzeli bozulmuştu Beşiktaş'taki bir mutfakta durmaktan, içim yanmıştı. Prag'dan bir sürü şeker sonra...
Başka ülkelerin marketlerinde vakit geçirmek, tiksindiğim turistlik kurumundan bir nebze uzaklaştırıyor sanki beni. Benim için turistik alışveriş böyle bir şey diğer yandan da. Hem filmin devamı Beşiktaş'taki bir mutfakta aylar sonra da sürebiliyor; bu da ayrı bir lezzet.
Uzun atlama: Gastronomik anlamda yeni keşfim yufka cipsi... Yufkayı küçük parçalara bölüp teflon tavaya atıyorum. O kadar şahane kızarıyorlar ki, sonra bol baharatlı yoğurda batırarak kıtırdatıyorsunuz. Böreğin en güzel kısmı değil mi zaten o üstteki çıtır katman? Daha önce elmalı turtanın üst kısmını da yapmıştım, zaten altını üstü için yiyordum. Bu da mutfaktan anladığım galiba...
Yıldız şehriyeli pilavdan geldim buralara. Altını kapamadan evvel son bir karıştırırken, üstü için altını yemek zorunda kaldıklarım geldi aklıma.
Aklım karıştı; iş mutfaktan çıktı.

Salı, Aralık 18, 2007

Gmail hafızası

Benim için internet temelli iletişim, bir hotmail adresiyle başladı. Yaratıcılık sıfır, isimlerimiz çıplak halleriyle tabii ki daha önce kapıldığından, ne olsun, ne olsun: Ahu ismine 74, ben 75 eklemiştim. Tipik doğum tarihli hotmail adresi... Hâlâ kullananlar var bu modeli, hemen anlıyorum '90 ortalarında onları o adresleri almaya iten saikleri.
Sonra yahoo'ya geçtim, sevdiğim bir roman kahramanının adıyla. Çok afilliydi, ama telefonda söylemesi, lüleburgaz, ordu falan diye fena uzuyordu. Bayağı bir zamandır, ismim ve 6 yaşındayken kendime seçtiğim alternatifinden müteşekkil bir gmail adresi kullanıyorum. İş yeri tarafından açılan e-mail hesaplarının, bir istifayla sıfır kontakta indiğini bildiğimden iş için de, kendi yazışmalarım için de aynı adres... Lafı olanın turuncuya döndüğü küçük kutucuklarda onunla bununla bağlantı da cabası... Geçenlerde biriyle gtalk'ta 'konuşurken' not etmem gereken bir ismi yanımda her daim hazır bulunan defterime kaydetmedim. O an gmail'deki mail ve chat 'history'me ne kadar güvendiğimi farkettim. Sonra girerim dedim kendi kendime, tepeye anahtar kelimeyi yazar ilgili 'sohbeti' çıkarırım. Aslında bunu bile demedim.
Sonra sandığımdan daha fazla kullandığımı farkettim bu fonksiyonu. İlla mecburiyetten, 'aman nerede bu mail' sorunsalını çözmüyordu bu hizmet, gmail benim hafızam olmuştu sanki. Korktum. Bunu bana kim söylemişti? Şaşırır ya bazen insan, söylendiği anı hatırlamaya çalışır. Gündüz mü gece mi, etrafta müzik var mı, içerisi mi dışarısı mı? Ama gtalk'da bir an yok ya da bütün anlar birbirine benzer. O yüzden aslında gerçekten mi ihtiyacımız var gmail hafızasına?
Hotmail zamanlarında bir sabah mail kutumu bomboş bulmuştum; hâlâ bir esrardır benim için. Bir gece önce kafam çoook başka bir yerlerde ben mi becerdim, yoksa... Çok kötü oluyor insan, söyleyeyim.
Şu anda içinde 1000'den fazla mail ve sayısını tam olarak veremediğinden her kişiyle 'hundreds' diye özetlediği, bir sürelik sosyalleşme tarihim uzayda bir yerde duruyor. Sabah inbox'ı boş bulmaktan daha fazla korkuyorum, hatırlayamayacağım daha fazla şey var gibi.

En zevkle yaptığımdır fikrimi anında çürütmek: Çöp ev diye meskenine belediyenin daldığı kimse de durumun çöreklenişinden haberdar değildir neticede. Hatırlayabildiğimle de pek güzel yaşarım.

Cumartesi, Aralık 08, 2007

70 milyon sizi dinliyor

"Gay polis de olur, asker de. İnkar etmek anlamsızdır. Fakat burada olmaz. Belki ileride olabilir. Ama olmasa daha iyi olur."
Sabah'ın Günaydın ekinde 'Halk Ne Diyor?' diye bir köşe var. Gündemdeki sıcak haberlere dair okur, mail atıyor fikrini beyan ediyor. Oradan özenle ayıkladım.
Tamamen internet teknolojisinden atardamar bulan bir okuyucu egosu tipi var. Asıp kesmek, atıp tutmak üzerine bir ifşa... Hani Türkiye'nin yüzde 5'ine yayın yapan kanallarının fantastik dekorlu tartışma programlarındaki gibi: 70 milyon bizi dinliyor! Gazetelerin internet sitelerine, mail adresi verilmiş bu tür köşelere yazarken aynı hissiyat. Türkiye'nin herhangi bir yerinde bir okuyucu bir yere fikir beyan ediyorsa 70 milyon onu dinliyor. Herkes her şeyin bilirkişisi... Ama yazdığını bir kez daha okumamış bile yollamadan. Temel dilbilgisi ve yazım kurallarını geçtik, en normal kelimeler bile o egosal sayıklama anında yanlış yazılmış, ikinci bir okumaya da değer görülmediğinden 'send'lenmiş gitmiş. Ohhh yani, söyledim rahatladım; bu da onlara ders olsun gibi...
Bazen fikir bile yok. 'Üçüncü sayfa' diye sıfatlanan haberlerin altına bile, iki kişi mi ölmüş bir trafik kazasında, biri bir çukura mı düşmüş, 'Cık cık, yazık...' yazıp kaçmalar... Nasıl bir güdülenme sistemi çözmek zor.
"Gay polis de olur, asker de. İnkar etmek anlamsızdır. Fakat burada olmaz. Belki ileride olabilir. Ama olmasa daha iyi olur."
Nadiren içinde hakiki fikir ve yorum barındıran okuyucu mailleri dışında, benim şimdiye kadar okuduğum en temiz deşifrasyon bu okuyucu yorumunda. Bir kere çıkan haberlere dair kurtlanmış, bir şey söylemek istemiş, eyvallah. Beklenen bakış yönünün farklısından giriyor. İbre tepede başlıyor. İnkar etmek anlamsızdır diyor. Birden yaşadığı ülkeyi hatırlıyor: Fakat burada olmaz. Yine de çıkış cümlesini yutmak istemiyor; optimist bir projeksiyonda bulunuyor: Belki ileride olabilir. Ama sonra birden kendisini hatırlıyor, iğreti demokratlığını bastıran homofobik çekirdeğini: Olmasa daha iyi olur tabii.
Çok temiz her şey; rahatsız edici bir billurlukta hatta.

Pazar, Aralık 02, 2007

Robot dövüşleri

O kadar robot haberi çıkıyor ki kısalı uzunlu, genelde Japonya mahreçli tabii, türümüzün robot üretiminde hangi aşamaya geldiğini bir çırpıda söyleyemiyor insan. Ama belli bir noktaya kadar ilerlenmiş olduğunun sağlamasını bugün bir ecnebi kanalında gördüğüm haberle yapmış oldum. Tokyo'da bilmem ne fuarında robot dövüştürmüşler. Bayağı biri ötekine vuruyor, iki seksen yerde diğeri, sonra kalkıyor bir tane daha geçiriyor. Fakat başlarında sahipleri de duruyor bunların, horoz yahut köpek dövüşü gibi robotlarını gaza getiriyorlar. Bahsettiğimiz bir teknoloji fuarıdır, ama fondan gelen ses Ali Sami Yen kaydı gibi. Japonlar zaten manyak, bunların bahisleri de açılmıştır, yakuza işe dahil olmuştur ya da eli kulağındadır. Mafyolojik tarihimizin akılda kalan isimlerinden İnci Baba'nın Japon 'jakuzisiyle' tanışmak istediği, etrafındaki kimsenin de 'Baba o jakuzi değil!' diyemediği aklıma geldi, ama mevzuyla ilgisini bir yapay zeka kurabilir.
Neticede insansı üretme gayretindeki insan, ne yapsa süreci ve doğrudan mamulü insansılaştırıyor zaten. Asimo'nun o bin kişinin önünde merdivenden indirilip çıkarıldığı, yarı yolda düştüğü görüntüler, eminim sadece benim içimi burmadı. İçindeki bilmem ne devreleriyle değil, rezil insansı bir müsemereye malzeme edilmesiyle insansılaştı benim gözümde Asimo.
Bir de Akimo var, AKP'nin robotumsusu... 2004'te mi Tayyip Erdoğan bir fuarda bu Asimo'yla tokalaştı, birlikte yürüdü falan ya, aralarında hisli bir ilişki olmuş demek ki, son seçimler öncesinde bir propaganda aygıtı olarak böyle bir ucube kullanıldı. Boy bos endam Asimo'dan, ses bir AK Parti üyesinden... 'Zeytinyağlı sarma sever misin'den, Kasımpaşaspor'un ligdeki akıbetine uzanan bir seviyede laf üstüne laf yetiştiriyordu bizimki.
Bir de Repliee Q2 vardı geçen yıl sürümü. Onda da beni irkilten kadın robotun -insanımsının- yaratıcısı bilim kadının şıp demiş burnundan düşmüş olmasıydı. İlim irfan sahibi kadın, kafa nelere basıyor, ama işte ortaya çıkana bir bakıyorsun ablanın bilinçaltında devreler feci karışmış. Neyin peşinde kendisinin bir robotunu yaparak? Şimdilik 10- 15 saniye geçmeden mimik ve jestlerden ayrılabiliyormuş insan mı insanımsı mı? Ama işte Japonların derdi gücü bu süreyi 15- 20 dakikaya çıkartabilmek, ondan sonrası zaten yürü ya kulum...
Bir yandan da Asimo tükendi bitti işte... Devlet başkanlarıyla tokalaşmalar, iş adamlarına özel gösteriler, talk showlarda sevimilikler yapmaya çalışmalar... Ali Kırca'ya bile çıkmadı mı bu ya, ötesi ne? İnsan olmakla kalmamış, hayvan bile olmuş. Bir apartmanın bodrum katında dövüştürülmüyorlarsa, aleme yeni düşeceklerin akıbeti de budur zaten: Sabah Sabah Seda Sayan...

Pazar, Kasım 25, 2007

Adınız ve en zayıf yönünüz


Çok zaman geçmiş. Yazayım diye aklıma düşenler çok mu mühim görünmedi gözüme? Buna he demek, daha önce yazılanları mühimsemek olur, ona da gelemem.
Belki muayyen bir dönem, şöyle ki... Hayatımda bir kere galiba CV'li bir iş görüşmesi yaptım, yeni kurulan bir yayıneviydi. Bir insan kaynakçısı ile yayınevinin fikrî başı olacak kişi beni toplantı odasına almışlardı. Bir yerde insan kaynakçısı 'Sakın yanlış anlamayın lütfen, bunu sormak zorundayım' diyerek annemin babamın neyle iştigal ettiğini sormuştu. Sorunun luzumluluğunu tartmaktan önce, adamın bu kadar eğilip bükülmesine mana verememiştim. Sonra level atladım, yuppie büyük patronla görüştürüldüm. Duvarlarında çağdeş Türk ressamlarından orijinal eserler ve masasında economist dergisi bulunan şahıs bana son çalıştığım derginin kaç gram kağıda basıldığını sormuştu, bir yazı işleri müdürü olarak bilmem gerekirmiş. Türk medyasının yapısını hatırlatma ihtiyacı hissettim kendisine, kaç grup olduğunu, yazı kısmından mesul olanların gramajla falan ilgilenmediklerini, onunla ilgilenen başka birimler olduğunu, bir fikrim olsa da 'ya üç gram eksiğine bassak' diye bir öneri götüremeyeceğimi... Neticede o işe alınmadım, ama zaten yayınevi de senesini dolduramadı.
Diyeceğim o ki hiç Avrupalı bir CV'im yok. Çalıştığım bütün işleri alt alta yazsam, yandan kaynakları, onu bunu, ortaya (daha afili deyişleri vardır bunun insan kaynakçısı dilinde) maymun iştahlı, bir yerde sebat edemeyen bir tip çıkıyor. En uzun çalıştığım yer bir buçuk sene(ydi). Bütün bunda çalıştığım yerlerin kapanması gibi etkenler varsa da, istifa müessesesinden de ziyadesiyle istifade etmiş bir kişiyim. Sebepleri muhteliftir; ferahlık kırıtısını tebdil-i mekânda arama temayülümü inkar edemem. Muayyen dönem dediğim de o, son çalıştığım yerde bir buçuk seneyi geçtim, kurtlanıyorum.
Fakat bu kez içimi daraltan sistem içi çözüm arayışlarından yılmış olmam bir miktar. Seinfeld'in bir bölümünde George Costanza'nın daha önce yaptığı her şeyin tersini yapmak üzerine kurulu bir felsefe icadı vardı. Her zaman yediği sandviçin de tersini yiyor, dişilere de daha öncekinin tersi gibi davranıyor, iş görüşmesinde de hakeza. Nihayetinde hayatta saadeti böyle yakalıyor, tersi olarak.
Şu sıra iş görüşmesi yapmaktan bitap düşmüş bir arkadaş, en dandik yerde bile aynı şeyin sorulduğunu söylüyor: 'En zayıf yönünüz'. Oturuyorsun, tokalaşmandan, kıyafetinden mana okuyorlar, sonra pardon en zayıf yönünüz? Ne dersin ki! Dürüst olayım, iki dakika düşüneyim desen bile, nasıl bir cevabı olabilir bu sorunun? Ayrıca sana ne? Büyük holdinglerden, en küçük işletmeye kadar eleman alımında moda olan bu sorunun bir de moda cevabı varmış: Çok mükemmeliyetçiyim! Bu anahtar cümle. Haa, bak ne hoş, kılı kırk yarıyor, ama hepsi işin daha iyi olması için... Bu yalan senaryo her gün yüzlerce iş yerinde tekrar ve tekrar ve tekrar canlandırılıyor.
Seinfeld'in bütün bölümlerinin senaryolarını buradan okumak mümkün, iyi geliyor. Onun dışında kurtlanıyorum, lakin ufff bilmiyorum. En zayıf yönüm bu...

Pazartesi, Kasım 12, 2007

Fame discovery channel

Bir hayat hakları olduğunu savunduğundan sivrisinek bile öldürmediği afişe halde gezen, türlü nedenlerden daha da garip kişilik Orhan Kural'ı o beş geyik için ağlarken gördüm akşam haberlerinde.
Pazar günleri dişe dokunur pek bir halt olmaz hayatta. Kaza yahut tabii afet olsa, ki onlar da zaten gazetelerin manşetleri, ana haber bültenlerinin siftahıdır, gazetenin içini, yayının gerisini doldurmaya ajansların geçtiği hayvanat haberleri kalır. Ayrı cinslerin dostluğu haberi mesela. Kediyle köpek artık show tv için bile banal, ama ördekle kedi, penguenle köpek, ayıyla kaplan, kombinasyonlar değişir. Bir de iyice çaresizlik haberleri var ki, sevimli bir hayvan yavrusunun -tür hiç mühim değil- fotoğrafı çekilir, altına pazar günü çalışmak mecburiyetindeki muhabirin ajans dili edebiyatından devşirdiği metin çalışması girer. Yazın 'Kamplumbağa sıcaktan bunalıp su içti', geçenlerde de 'Bir kutup ayısı sırt üstü yattı' haberi görmüşlüğüm var. Hakikaten Anadolu Ajansı'nın haberi buydu...

Bunlar günü kurtarmaya yarayan anonim hayvanat; bir de celebrity'leri var bu işin, bir isim verilip, Binbir Gece kıvamında hikâyeleri uzatılan... Bu zavallı beş geyik, bulundukları kargo şirketinin deposunda nüfusa Ceren, Maskara, Makara, Yavrucuk ve Zıpzıp olarak kaydolduktan sonra bir ayın meselesi haline geldiler. Tamam en azından onların bir dramı var, daracık yerde kapalı, marulla beslenerek 65 kilodan 40'ar kiloya düşmüş bebeler. Kilo alsalar, Atatürk Orman Çiftliği'nde kuş sütüyle beslenseler dahi, yaşadıkları travma ne olacak?
Canlının sürüneninden hazzetmesem de Piton Pakize'yi sevmiştim, markalaşmaya müsait ismiyle bir psikolojik gerilim yıldızıydı. Allah dediği iddia edilen Golyad aslanı bence hinoğluhinin tekiydi, karşısındakinin elindeki malzemeyi görünce nabza göre şerbet verdi tek atımda. Bir ara adına dizi çekilen maymun Çarli şimdi nerede?
Sivas'ta bir Murat 124'ün arka penceresinde fotoğraflanıp da dünyada Tarkan'dan daha ünlü olan Dana Ferhat, seni sucuk yapanlar utansın! Zamanın iç işleri bakanını selamlayan, meşhur olduktan sonra da musluk suyu içmeyi bırakıp pet şişeye geçen Pelikan Osman; 90'ların başında bir yıl boyunca maceralarını izlediğimiz beyaz balina Aydın, şimdi nerelerde? İzmir'in saat kulesi kadar ünlü fili Pak Bahadur'un yeri nasıl doldurulacak?
Celebrity dediysek de, bir marka haline gelen Knut ayısı olmak o kadar da kolay değil. Çok güzel hayvanlarımız var, hedefimiz dünyaya açılmak, lakin tabiat vahşi...

Salı, Kasım 06, 2007

Yakamozsal yokluk, damsal düşme


Gazetelerin 'yaşam' adı verilen sayfalarında küçük bir haber olarak görmüş olabilirsiniz, Berlin'de konuşlanmış Dış İlişkiler Enstitüsü 'dünyanın en güzel sözcüğü'nü bulmak gibi ucu açık diller sülalesinde gayet zorlu, bir yandan da gayret olarak kıskandırıcı bir seçim işlemine girişmişler. Ve nihayetinde kazanan kelime orijinalliği, anlamı ve kültürel ehemmiyeti bakımından 'yakamoz' olmuş. İkinci, Çince'de horlamak manasına gelen 'hu lu'; üçüncü de Afrika'da Luganda dilinde 'düzensiz'in karşılığına denk gelen 'volongoto'...
Şaşırtıcı bir biçimde, bundan dört beş yıl evvel, İstanbul'a ilk kez gelen bir Alman arkadaşımla, hayatımın ilk hamam seferini yaptıktan sonra, Galata Köprüsu'nün altında bira içerken (fıçı siyah efes vardı, çok şaşırtıcı), laf tercüme sorunsalına gelmişti. Karşımızda duran İstanbul kartpostalından ilk yakaladığım detay olarak, elimle yakamozu işaret edip, 'buna siz ne dersiniz?' diye sormuştum, 'bir şey demeyiz' diye kalakalmıştı. Bir şey dememek bir yana, hayatında da ilk kez farkediyordu gösterdiğim tabiat olayını. Çok şahane bir kelime olduğuna karar vermişti Stefi, küçük defterine yazdı.
Benim o bol siyahlı turistik muhabbetim nasıl bahsettiğim yarışmanın bir yerinden sağlaması gibi duruyorsa hayatımda, bu yazıya görsel malzeme ararken çektiğim sıkıntı da dilimizdeki yakamozsal çelişkinin sağlaması oldu. Başka bir dilde aramak zor, yerli aramalarda da yakamoz fotoğrafı yok, hepsi ayın suya düşmüş ışıklı gölgesi diyelim...
(Biliyoruz ya iç sesinizi göze alarak devam ediyorum) Yakamoz dediğimiz hadise 'macun gibi, yapışkan, şeffaf ve kırılgan yaratıklar' olarak tanımlanan planktonların ışıması. Wikipedia'da çok hoşuma giden bir tarif var, plantkonlar bir türden ziyade bir yaşam biçimidir diyor, basbayağı 'lifestyle'ı kullanarak. Klasifikasyona, tariflemeye zor geliyorlar ama çok mühim yaratıklar. Bir sürü balık bunlarla beslendiği gibi, geceleri karbon emen bitkileri yemeye suyun yüzeyine çıkarak (yakamoz times) bir denge sağlıyorlar. Lakin küresel ısınmadan en önce etkilendikleri gibi, yoklukları küresel ısınmayı üç beş kat daha arttırıyor. Yakamoz görmediğimiz an, bittiğimizin manzarasıdır, karşısında ne içsek beyhude...
Bugünkü gazetelerde gözüme çarpmadı, ama dün akşam Tayyip Erdoğan'ın Bush'la münasebeti sonrası yaptığı basın toplantısının bir bölümüne naklen şahit oldum. O an İngilizce'ye çeviren simultane tercüma acıdım ve hakikaten ne yaptığını merak ettim Çünkü mesela 'Bana dokunmayan yılan bin yaşasın felsefesi bir gün onları da vuracaktır' diyor T.E., iki cümle sonra yine 'yılan' öznesiyle devam ediyor. Beş cümle sonra 'Biz damdan düşenler olarak konuşuyoruz' diyor. Tamam lokal bir 'icraatın içinden' olsa meramını anlamayacak yok, ama simultaneci yılanı, damdan düşmeyi nasıl anlatsın bir çırpıda! Bire bir çeviriyorsa pek pek pek fena...
Yukarıdaki resim bir kısmının mikroskobik vesikalığı.

Perşembe, Kasım 01, 2007

Gizli müşteri çıkabilir


Hayatımda iki kez kartvizitim oldu; ikisi de iradem dışında... Tokalaşma sonrası el çabukluğu marifetle bir kartvizit takdim edenlerden, çoklu münasebetlerde vapur dilencileri gibi sualsiz ellere kart tutuşturanlardan olamadım. Çantamda bir numunesi mevcutken bile lüzumlu hallerde arzu edilen çevikliği gösteremedim. Vardır psikanalitik bir tefsiri, geriliyorum.
Olaya şahsi reaksiyonum dışında, hayatta bir kartvizitimin olması iş bakımından da pek uğurlu gelmedi bana. O iki seferin ilkinde, iki deste kart elime ulaştıktan bir ay sonra çalıştığım iş yeri 2001 krizinin leşleriden oldu, kapandı. İkincisinde de, abartmıyorum yine tam bir ay sonra çalıştığım dergi kapandı.
İş yeri kendisi yaptırıyorsa üzerine yazılacaklar zaten belli, size soran da yok. Ama mesela reklamcı bir arkadaşın arka yüzü İngilizce olan kartvizitinde 'copywriter'ı görmekten ilham alarak ismimin altında 'screen saver' yazsın çok istemiştim, isterim. Mühendis, doktor falan olunca öyle bir sakillik hissedilmiyor, ama nerede okumuştum, 'yazar, 'şair' diye kart bastıranlar varmış. Şekil şemal de tam at koşturmalık kreatif bir alan. Zaten 'fantezi kartvizit', 'VIP kartvizit' diye çeşitler türemiş. İsteyene zemine bir fotoğraf basılabiliyor. Facebook profili gibi... Hatta aforizmalar eklenebiliyor. Konuyla ilgili bir internet gezintisinde, Caddebostan sahilinde kayalıklarda çekilmiş bir fotoğraf zemini üzerine kişisel bilgilerini bastıran bir adam gördüm; en alta 'Gülmeyi öğrenmeden sevilmeyi bekleme' gibi bir slogan eklemiş. Ne hoş... Merhaba, ben -atıyorum- Aydın Keres, gülmeyi öğrenmeden sevilmeyi beklemeyin ama... Ben bu fonksiyon hakkımı nasıl değerlendirirdim acaba? Her canlı bir gün ölümü tadacaktır? Yok ağır olur. Neyse bunu şimdi düşünmeyeceğim ama önerilere açığım.
'Gizli müşteri' diye sonradan doğma bir meslek var. Kendilerini 'müşteri odaklı' diye tanıtan firmalar para verip ajan tutuyor ve kendi elemanlarını denetlettiriyorlar. İsmini vermeyelim bir pizzacıda çalışanlara dönük bir uyarı tabelası bile varmış, 'Dikkat gizli müşteri olabilir' diye. Her an tetikte olman lazım, patronun adamı olabilir yani. Hayatta herkese patronun adamı gibi davranılsın istiyor çalışan odaksız firmalar; patronun her an her yerde olduğu hissedilsin.
'Gizli işçiler' örgütlense bir 'gizli müşteri' ne yazar kartvizitine?

Pazar, Ekim 28, 2007

İyi, kötü, kuru ve sıkı


'Bayrama Özel Kampanya' başlığıyla posta kutusuna düştüğü vakit tarihler 28 Ekim'i gösterdiğine, kaldı ki algım bunu seçmeye son derece hazır bir ortamdan besilendiğine göre, aklıma gelen hangi bayramdı tahmin edebilirsiniz. O değilse de hangi bayram zaten... 'Bir ilk, silahta kampanya' diyorlar, uzi kuru sıkıların 250 YTL'den, 150 YTL'ye indiğini muştuluyorlar. 'Buraya bakmadan silah almayın'lar, mermisiyle birlikte kampanyalar falan... Neyin kampanyası bu? Bir insan neden kuru sıkı alır?
Sokaklarda simitçiden fazla bayrakçı var. Belli ki daha önce simit de satmış olan seyyar, benzer satıcı teamülleriyle göz göze gelince kakalamaya çalışıyor bir tane. Beş tane alan kadın gördüm. Yarın bayram.
Evimin kapısına bez afiş germişler, mahalleden oy almamış ama fırsatını bilmiş malum parti, hayatta kim ölür, kim ölmez, önermesini benim kapımın önüne asmış; sokağa çıktım mı onu görüyorum. Gazetelere bakamıyorum, televizyon izleyemiyorum, lafzından emin olmadığım üç beş kişi dışında muhabbeti derinleştirmiyorum, korkuyorum söz oralara geldiğinde duyacaklarımdan, kuru sıkı atmalardan.
Çürüğünün lekesini kabuğuna vuran domates gibi değil, önce çekirdeğinin etrafı kurtlanan şeftali gibi... Ne olmuşuz böyle, neymişiz? Ben nerelere gideyim.

Perşembe, Ekim 25, 2007

BİR


O günü hatırlıyorum, ne yapsam kendimi eğlemeyi, o bir yana, düz durmayı bile beceremediğim akşamını da. Çok da çekici bulmadığım bir blogu'u okurken, sol tepedeki 'yeni blog oluştur'a basmış, yeni bir pencere açmıştım. Baktım, bir yıl geçmiş. Geç yazınca evde ocağın altını açık, bahçe kapısını aralık bırakmışım gibi hissettiğim bir 'şey' oldu zaman içinde. Bir senede çok şey oldu; olur...

Pazar, Ekim 21, 2007

Özünü pis hiss etmeyesen

Spirtli içki, siqaret ... ve seher tezden gözlerin şişib. Onlara dünyaya geniş baxmağa imkan yarat, bu heç de çetin deyil. Göz qapaqlarının şişkinliyini azaltmaq üçün, üzerine soyuq suda isladılmış salfet ve ya soyuq qaşıq qoy. Eyni meqsedle kartofu götür, qabığını soymadan yu, iki hisseye böl ve göz qapaqlarının üzerine qoy. Gözlerini ovxalama! İmkan varsa, daha bir neçe saat yat.
Muhteviyat ne olursa olsun, Azerice'de garantili bir komiklik bulmak sinirimi bozsa da, deneysel teşebbüsler olarak Azeri kanalında Sean Penn'li falan birtakım filmlere bakmışlığım, maç izlemişliğim var. 'Dogville'in Azerice nasıl bir tecrübe olduğunu ben anlatmaya kalkışmayayım bile; başka bir şeydi. Tabii bundan üç dört sene önce, bir devlet kanalında dublajlı olarak 'Dogville'in gösterilmesi ayrıca takdirlik bir vaziyet. Türkiye'de özel ya da tüzel herhangi bir televizyon gösterdi mi emin değilim, ben rastlamadım.
Belki biraz Seda ya da Hülya dergisine benziyor, Aysel diye bir Azeri kadın dergisi var. İlk denk geldiğim sayısının cinsel bilgiler hanesinde spermaların uşaklığa giden sürecini öyle tatlı anlatmıştı ki, ara ara bakıyorum şimdi. Bir sabah belası olan göz kapağı/ altı şişkinliğine dair bir yazı vardı taze neşriyatında. Evrensel sağlık haberi jargonu neticede, ama mesela 'İmkan varsa, daha bir neçe saat yat' tavsiyesini ben hayatımda ilk kez ve mutlulukla okuyorum. O yüzden sitedeki 'Yetkin qadının 25 bacarığı' yazısına falan da ayrı bir ihtimamla baktım. Mesela: 'Bir defeye ne qeder alkoqollu içki içe bileceyini müeyyenleşdir. Öz normandan artıq içmemeyi öyren. Alkoqollu şenlikden sonra 3 stekan su iç ki, sabah özünü pis hiss etmeyesen.' Ya da :'Savadlı insanları qıcıqlandıran bu tipli suallar verme: 'Metni nece yadda saxlayım?' ve ya 'Rambler nedir?'. İki axşamını sene hesr edecek kompüter bilicisi dostun ne lazımdırsa sene öyrede biler.'
Elman diye bir de erkek dergileri varmış nette, bugün keşfettim. 'Yene aldanmış qızların dadına ELMAN çatdı' başlığı başka limitler düşündürse de, dört genç kıza 'İlk öpüşün yadına gelirmi?', 'Öpüş zamanı insanın dadını hiss etmek olarmı?' gibi soruların sorulduğu, tamamen ilk öpüşme üzerine gayet naif bir söyleşi de mevcut. Bu arada ögreniyoruz ki French kiss'in Azericesi 'Fransızsayağı'...
En alt katta oturmanın şöyle 'efektif' bir yanı var, yağmur yağarken bütün çatının biriken suyu 15 cm yarıçapındaki bir borudan, dibinize iniyor. Bu hipnotik bir yağmur efekti demek. İnsan özü ne kadar pis uyansa da, isabetli bir soundtrackle devamlılık sorununu aşıyor, Aysel'e, Veysel'e zaman kalıyor. İmkan varsa, daha bir neçe saat yatabiliyorsa, kaymaklısından...

Cuma, Ekim 12, 2007

Çinsel durumlar

Altı günlük Şanghay seferinden elimde 'naber' manasına gelen 'ni hav' ve 'teşekkür' karşılıklı 'şi şi' ve bir sürü çer çöple döndüm. Daha önce Hong Kong'u görmüşlüğüm vardı; Discovery Channel izler gibi dolaşmıştım, lakin yine de Şanghay kadar acayip gelmemişti. Bir tutarlılıktı belki de beni sakinleştiren. Sokaklarda gerçekten o bilmemkaç bin gökdelende çalışan yuppieleri, 0.5 kalem uçlu topuklarıyla yaylanan estetikli profesyonel iş kadınlarını çok daha fazla görüyordunuz; yoksulluk saki daha istinaydı. Sokaklarda grafittiler vardı, metro duraklarında çekik gözlü punklar... Doğrudan Batı eliyle geldiğinden, daha kitabi bir kapitalizm Uzakdoğu fonuna oturmuştu. Şanghay'da ise aynı high-tech silüet, alışveriş merkezleri, marka bolluğu, kitabi olan her şey var, fakat insanlar başka türlü bakıyor. Mesai saatleriyle birden oynanması, gazetelerde birden bir kelimenin yasaklanması gibi, o cebri hali sokakta dolaşanların yüzünde çok çabuk okuyorsunuz. Bir şehri altı günde ne kadar tanırsınız da ukalalık edersiniz... Ama işte fay hatları gün gibi ben buradayım diyor.
Vitrin mankenlerinin hiçbiri Çinlilere benzemiyor. Televizyon ekranlarında prim yapan belli ki bir Çinli ile olmayanın mamulu genç kadınlar, erkekler... İlhan Mansız'ın oralardaki süksesini anlamak kolay. Çünkü bütün jönleri, çekik değil ama uzun bir uykudan yeni uyanmış gözlü erkekler. Denizden çıkan her şeyleri çok şahane. Kutusuna kanıp aldığım kurabiyeler et sulu çıktı, ama olsun. Bir binanın üçüncü katındaki, duvarları kadifelerle kaplı, kristal toplu, pavyon ışıklı arada duman üfletilen barda geleneksel ipek bir kıyafet içindeki dal gibi Çinli kızı Kylie Minogue'dan 'Can't Get You Out Of My Head'i söylerken bulmak daha şahane bir rastlaşma... Her saniyesinde Mao'nun halkı selamladığı bir saatim var, o yasemin çaylarını nasıl öyle düğümlüyorlar hâlâ anlamış değilim.
Şanghay'dayken hafakan'a erişilemiyordu. Hangi sakıncalı kelimeyi kullandığımı bilmiyorum. En son Çin'e gidiyorum, noolur uçakta topkek versinler demiştim, sakın ha!

Pazar, Eylül 30, 2007

Patates baskısı


Bizim Beşiktaş'ta tekelimsi bakkalımsı bir yer var, adam vitrine yazmış: 'Sormayın, bizde her şey var.'
Yazmayalı zaman geçince ya da uzun süreden sonra yakın bir ahbapla görüşüldüğünde aynı hesap: 'Sorma, her şey var...' Hakikaten yakın temaslı muhabbetten imtina etmediğiniz, hasbelkader zamanla iki paralel çizgiye dönüştüğünüz bir ahbapsa bu, özete de giremiyorsunuz. Yani o günlük kalıp şu oldu, bu oldu cümleleri var ya, ona yakıştıramıyorsunuz, ama nereden başlasam hali... Bir süre sonra çözülüyor neyse ki; zaman hiç geçmemiş gibi oluyor.
'Mahalle baskısı' tamlamasını gazetelerde görmeyeceğim, gazetelerde gördüğümü de zaten anlamayacağım bir yere gidiyorum. Çin'e... Az sonra... Acil baskı yani...
Hafakan'ı kapamadan patates baskısının ne kadar şahane bir şey olduğunu anacağım sadece gitmeden, ilkokuldan çok kreatif çalışmalarımın bulunduğunu, bir zamanlar evimin duvarlarını patates baskısıyla kaplamayı hayal ettiğimi...
N'olur uçakta topkek versinler...

Cuma, Eylül 21, 2007

Lambuka del mondo


Hotmail'in ana sayfası mı değişmiş, önceden sorarak kaydettiği mail adresinin altına 'Beni unut' diye bir buton eklemişler. Fonksiyonu malum, ama tek bir tık'a bağlanmış 'beni unut' emir kipi bir acayip geldi.
Unuttum.
Motelin sahibi "Kimse de yok, eni konu dinlenirsiniz' dedi ilk gün. Eni konu... Güzel laf. Aynı yere daha önce gitmişliğim de var; 'sezon' o zaman. Ofiste tek bir bilgisayar, o vakit bir ara maillere bakmak için izin istediydik de, sahibin oğlu "ADSL de ucu ucuna çekiyor" demişti. Yekten "Hayır" diyemedi, "başımdan gidin, beş masaya çupra, kalamar ızgara taşıyacağım" diyemedi, "Ucu ucuna çekiyor" dedi. "Bize kadar" gibi yani. Bu sefer, hakiki manasıyla tek odaya baktıklarından, kendileri sordular 'ADSL'ye' ihtiyaç var mı diye?
Yazları yerli turistten de kazanan aslen bir balıkçı köyü burası. 'Dışarıyla' bağlantı, gelen giden, Sıla dizisi ve eylülün 10'una kadar Posta gazetesi... Biz gittiğimizde dolandırmadan "Gazete olayı bitti" dedi 3 km ötedeki gazete bayii. Kasabaya inenler Güneş, Müneş öyle bir şeyler getiriyorlardı bazı günler; Akşam gazetesi bulunca Herald Tribune bulmuş gibi oluyorduk. Güzeldi. Onun ötesi iskeleden zargana, motordan lambuka...
Hangi siteydi hatırlamıyorum, ideefixe olabilir, ilk açıldığında üye olduğunuzda tıklamanıza özel bir buton sunuyordu: 'Uyarılmak istiyorum'. İlgi alına giren kitaplar, CD'ler falan, fonksiyonu malum, ama bu yani sunuş. Değiştirdiler zaten kısa bir süre sonra. Üzerimde hâlâ kara tarafı ılık bikini izi, 'beni unut' demek gerekiyor şimdi; şehirde 'uyaracak' başka şeyler bulmaya çalışmak lazım derhal. Eni konu zor. Her şey ucu ucuna.

Cumartesi, Eylül 08, 2007

Bir lokma bağlam

Kumanda aletini eksikli bir icadın bilahare tamamlanması gibi görüyorum; kanal sayısının artması için insanlığın bir müddet geçirmesi gerekti tabii. Benim açımdan bir fonksiyonel zaplama var, bir de eksperimental... Bu ikincisinde hız önemli, denk gelinen lafları aradan bir yeriden 'ağh', 'unm', 'bonh', 'ııaa' şeklinde bölmek, hızla akan kafaları birbirinin yerine koyarak olmayan bir bütünü görmeye çalışmak gibi lüzumsuz bir faaliyet. Normal gelişimin tersi şekilde, 'zaman öldürmek' fiilinin icadının eylemi yarattığı kanatindeyim. Kullanmaktan imtina ederim.
Geçenlerde ilk eksperimental zaplama turunda Özcan Deniz'in kafasını gördüğüm bir klipte, ikinci turda 'bağlam' lafını duyunca, bir sonraki nakaratı bekledim. 'Bir açıldım, bir kapandım duygusal bağlamda' diyordu. İçinde bir 'bağlam' bulunan bir pop şarkısı duymamıştım, başka nedenlerle de kendimi klipten alıkoyamadım.
Fatih Özgüven'in bir iki haftaya çıkacak yeni kitabında ('Hiç Niyetim Yoktu' koymuş adını) buna benzer bir hikâye var. Bir tatil kasabasında bir yerliyle, Türkçe de bilen bir yabancı arasında geçen, 'valiz'li bir pop şarkısı üzerine bir diyalog diyelim...
Herhangi bir mevzuda sokak röportajları yapıldığında, ilk kez mikrofona konuşanlar 'beyanat dili' olduğunu varsaydıkları, belki hayatlarında daha önce hiç kullanmadıkları kelimelerden müteşekkil bir jargona zıplarlar. Ağızlarda iğreti duran, bir sürü 'yani' arasına sıkışmış 'oldukça'lar, 'gerçekleştirme'ler, 'adeta'lar...
Az önce bahsettiğim klibe beni vantuzlayan diğer şey de klipsel jargonda çok yaygın bir hastalık. Şarkılar zaten toplam yüz kelimenin varyasyonlarıyla yazılıyor, bu toplamdan derin manalar çıkarabilmek zaten eksperimental bir çalışma. Lakin 'üzüldüm', 'kahroldum' falan derken, en azından o salise bir gülme be kardeşim. Bakıyorsun şarkının tamamı ayak bileği sığlığında bir aşk acısını dile getirmekte, e olsun; ama şarkıyı söyleyenin 'seksi', 'cool', 'bir şey' sandığı bakışlarıya, o yarımağız gülümsemesi bütün o dört dakika yirmi beş saniyede demirbaş...
Sesle görüntü arasında bir nebze çakışma dilemek için poptan nefret etmek gerekmiyor. Hakikaten insanlık açısından arzuluyorum bunu, ürkütücü bir senkron sorunu gibi geliyor bana. Bir lokma bağlam yani, çok mu?
'Oldukça' lafı da oldukça hastalıklıdır; o ayrı...

Pazartesi, Eylül 03, 2007

Hemzemin hem...


Zamanında yazmayınca aklıma gireni, şahsi kayıtlarıma geçeni, bir mekanizma tarafından öğütülüyorlar. Onları aklımda muhafaza ettiğimi sansam da, bir bakıyorum eriyip birbirine karışmışlar, hemzemin olmuşlar. Zemine dair konuşulabilir ancak.
Dönerci çubuklarında etin kurşun kalem kadar kaldığı bir akşam saatinde, bitişik nizam evler yüzünden ancak caddenin başından fışkırabilen, bu sebepten iyice ayarsız bir rüzgâr vardı mesela, hatırlıyorum. Kloş etekler havalanıyor, açıkhava sigaralarının kırmızı uçları yarım serçe parmağına kadar genişliyordu. Rüzgârın, kapıp nereden peşine kattıysa beş metreye beş metre bir naylonla, sırtı gelene dönük bir adamı sardığını gördüm mesela. Yaratıklı bilim kurgu filmleri gibiydi, herhangi fantastik bir gelişmeye duyargaları kapalı zavallı adamın çırpınışı, bir yandan naylondan kurtulmaya çalışırken, bir yandan da hiçbir şey yokmuş gibi yapışı, potansiyel bir yönetmenin kafasına 'ulan bunu bir yerde kullanayım' dedirtecek kadar hakikat ötesiydi. Ama şimdi anlatınca olmadı.
'Filika mahaline girmek yasaktır' levhasının arkasında aile tipi bir mangal gördüm bu yeni vapurlarda... Hakikat mi, evet. Mavi yengeçler dolunay zamanında avlanmazmış, televizyonda duydum. Çünkü bunlar dolunay çıktığında yemekten içmekten kesilir, depodan giderlermiş. O dönemde avlandığında etleri jöle gibi oluyormuş. Bir yere bağlayamadıktan sonra, ne yani...
'Yıldıza rütbe sorulmaz' diye bir otobüs arkası yazısı gördüm. Bunu en fazla kamyon arkası yazıları yarışmasında üçüncü seçilene takdirlerimle bağlayabilirim: 'Beni araman için illa hata mı yapmam lazım?'
Esengül yazmak isterdim. 'Seviyorsan, benimle oturup içeceksin' emir kipi üzerine iki gün önce ne bağlamalar çekerdim. Nasıl bir sağlama bu? Hakikat mi, evet.
Zaten yaptığım pilav da olmadı bugün...

Cuma, Ağustos 24, 2007

Updated espiyonaj teknikleri


"Vakitli vakitsiz çıkan, elbise bakımından çeşitli giyinebilen, para sarf edebilen espiyonajda çalışıyor demekti. Çok arabaları vardı, güzel kullanırlardı. 140- 160 basar, siyah Buick ve Packard kullanılardı."
1933'te MİT'in eski hali Milli Emniyet Hizmetleri Riyaseti'ne giren, şimdi neredeyse 100 yaşındaki Neşet Güriş'le konuşmuş Tempo dergisi, memleketin en eski istihbarat elemanı olduğu için. Büyük Postane'nin karşısında yumurta ve ıhlamur komisyonculuğu yapar görünüp, gece vakitleri Darülaceze çayırında ajanlarıyla buluşarak, (kendi isteğiyle) elçiliklerden belge falan çalarak emekli olmuş casusluktan. İkinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul'da çok casus varmış, lakin kimin ne olduğunu ayıklamak da kolaymış. İşte vakitli vakitsiz çıkan...
Eski ev sahibim, o zaman evden çıkmamızı da istemiyordu, sadece kira artışı döneminde sorun yaşanmasın diye, bir kontrat zamanı eve gelmiş, havadan sudan konuşurken tak diye MİT geçmişini anlatmıştı. Aslında olay üniversite döneminde muhbirlikle başlamış. Nasıl safiyane, okul bahçesinde birinin gelip ona muhbirlik teklif ettiğini, dört yılın sonunda başarılarından ötürü de MİT'te kadrolu elemanlığa terfisini anlattı. "O duvarlar nasıl kalındır bilemezsiniz" demişti, "içerinden bir lokma ses dışarı sızmazdı ama." Bahsettiğim ellili yaşlarında, sigara çatlağı sesli, sinirden et tutmamış kara kuru bir ev kadını... Çevresinin kimlerden müteşekkil olduğunu, isterse neler yapabileceğini ima ederek, "Dolmabahçe'de gece yarısından sonra konuşsun diye kimleri sallandırdık suya, bacağından halatla..." demişti. O zamanın parasıyla bizim vermek istediğimiz kirayla, onun teklifi arasında taş çatlasın 15- 20 milyon falan var. Lakin istediği sadece 15- 20 milyon değil...
Veteranlıktan bile emekli casusumuzun verdiği robot-resim, araba markalarını çıkarın, bugün için gayet harcıalem. Üniversite zamanımdaki muhbir sınıf arkadaşlarımın henüz olur olmaz dökülme zamanları gelmedi, şundan eminim diyemem. Fakat en magazinel 'flaş haber'den, en siyasi ev basmalara işler "bir vatandaştan" gelen ihbar, hatta zaman zaman kaydedilmiş cep telefonu görüntüleri üzerinden geliştiğine göre şunu, bunu ayıklamak da zor iş soğuk savaş zamanlarında olduğu gibi. Duvarlar hâlâ kalındır ama...

Pazar, Ağustos 19, 2007

I lovvve demokrasi

Üç tane çocuk yuvası mı açtılar, beş tane park mı... İstanbul Belediyesi'nin şehrin sakinlerine sundukları lütufları duyurma mecrası olarak kullandıkları üstgeçitlere, üç dört sene evvel bir sabah, Formula zamanlarında mıydı, "Welcome to İstanbul"lar döşediler. Şehre bir sürü yabancı geliyordu ya... O esnada buralarda olan bir Alman arkadaşım Beşiktaş'taki üst geçidi mesela tarihi bir nokta sanmış, "Osmanlı zamanında şehrin kapısıydı herhalde" gibi bir şey söylemişti. "Yok" demiştim, "Turkish hospitality..." Hospitality kelimesinin bana her daim 'hastanelik' bir ruh durumunu çağrıştırması boşa değil.
Seçim öncesi AKP propagandasına ayrılan üstgeçitler, bir baktım yakın zamanda klişe bir şehir silüetinin ortasına oturtulan sadece ve sadece bir "İstanbul" yazısıyla donatılmış -ama her semtte... İşler değişmiş, hedef kitle yabancılardan yerlilere de genişlemiş sanki. Şehrin farklı noktalarında nerede olduğumuzu hatırlatıyorlar.
Bak, işine gücüne dalmış olabilirsin, ama İstanbul'dasın.
Bak, tasını tarağını toplayıp kim bilir nereden geldin, ama şu anda İstanbul'dasın.
Bak, ağzına sıçılıyor olabilir, ama en azından İstanbul'dasın.
Bir "Ona göre..." tonu var, "Kıymetini bil..." İstanbul Belediyesi sayesinde İstanbul var.
Buralarda doğmamış biri soracak da, tercüme etmek zorunda kalacağım diye üç buçuk attığım başka "panolar" da var İstanbul'da. Mesela Ortaköy yolundaki o "Cumhuriyeti ve demokrasiyi seviyorum" ışıklı takı... Benim ağzımdan bunu oraya yazmakta çok Sovyetik bir temayül var. Biri sorsa işte, nasıl derim "I love the republic and democracy". Kavramsal olarak mı severim, bilhassa Turkish Republic ve Türk tipi demokrasi mi? "Ülkemi seviyorum, vergimi veriyorum" ya da. "I love my country and pay my tax" demeye, mecburiyetten birinci tekil şahıs kullanmaya billahi utanırım. Hangi ülkede örnek vatandaş fikriyatı böyle alenen bilinçaltına işlenmektedir. Faşizm dahi sızmak için kendine daha ince yollar bulmakta mahir değil midir?
Uzun atlama: Anadolu Ajansı geçenlerde "Ünlü top model Claudia Schiffer'in babası toprağa verildi" diye bir haber geçti. Neden gülesim geliyor? "Was brought to the soil" aklıma geldiğinden mi? Hamburg'da değil, İstanbul'da olduğumdan mı sadece?

Fotoğraf ararken buldum bu Demokrasi Kahvehanesi'ni. Kıbrıs'taymış, denizvecicek kod adlı biri çekmiş. En sevdiğim yanı da bu kahvenin "son durak" olması. Hepimizin gideceği yer gibi... Toprağa verilmeden önceki son durak: Demokrasi!

Perşembe, Ağustos 16, 2007

Saat dokuz yönü


Gece yarısına pek yakın saatlerde Beşiktaş sahili... Kafayı yastığa koyabilmek için betonarme kızgınlığının geçmesini bekleyen domestik, serinliği arpa suyuyla hoşbeşte arayan elastik konvansiyonel gruplar... Biri balonlara ateş ediyor, iki çocuk mısır kavgası yapıyor, çekirdek çitleriyle bir iki kahkaha karışıyor. Tatlı bir ritim, bir sükûnet var genel resimde. Önümüzden elinde bir poşet olmak suretiyle hızla bir genç adam geçiyor. Bir yandan cep telefonuyla konuşuyor, herkes gibi... O süratte dahi sesini kontrol etmediğinden şu cümleye şahidiz ancak: "Saat 9 yönünde alkollü şahıslar var amirim".
Sorulacak çok soru var:
- Alkolün kaç promili ihbarı gerektiriyor?
- Elindeki poşette ne var?
- Amirin seni görüyor mi ki saat dokuz yönü gibi izafi bir tarif veriyorsun?
- Amirin az ilerde kaymaklı dondurma yiyorsa, seni niye oraya yolladılar?
- E hepsi tamam, saat dokuz yönü yerine solda desen fiyakan mı düşer?
- Sen bu kadar afişe dolaşırsan, 'sivillik' hayatın ne kadar sürebilir be güzelim?

Evim şu an 08:45 yönünde.

Pazar, Ağustos 12, 2007

Mustafa Kemal Marquez


Açık hava da bir yere kadar açık olduğundan, altı kişilik masanın bir ucuna iliştiğimizde daha önce gelen onlar iki kişiydi, sonra üçlediler. Bu yüksek burjuva aile kızlarının sesi, üzerlerine giydikleri, kollarına taktıkları gibi bir marka mıdır, saç ve kaş modelleri gibi isimli midir, parası verilip satın alınabilir mi? Nasıl hepsinde aynı çatlak, saatlerce bir şeyi tutturarak ağlamış, sonra katıla katıla susmuş çocuk sesi... Gramer ve sınıfsal vokabülere hiç girmiyorum; derdim genetikmiş kadar tektip, o tırmalayıcı ton...
Tabii ki daha sardalyalar gelmeden, salatadan çöplenirken ben kapıldım bunların elektromanyetik muhabbetine. Bitmez tükenmez bir erkek çekiştirmesi, ama her şey tipsiz ve de tipli yerine geçecek diğer sıfatlar üzerinden... Dördüncü şahıslardan bahsediyorlar, çocuk çok magandaymış, ama bunların arkadaşları kapılmış bir kere. Başka bir tanesi çok güzel giyiniyormuş, ama beyaz BMW'si siyah camlıymış, tüh...
Ara ara dönüyorum, ama hiç kaybım yok. Biri diğerine "O Urfalı mıydı?" diye soruyor, meğer ondan hafif hoşlanıyormuş diğeri, "Hayır, Yeditepeli" diyor. Öbürü "Nasıl yani İstanbullu mu?" anlıyor ondan, "Yok yani üniversite olarak". Kabullenmek istemiyor malum şahsın Urfalı olduğunu... Oturduğumuz yer de Beşiktaş'ın Hasbi'si. Safari niyetine herhalde onlar için, çok salaş bir balık lokantasına gittik dün gece inanamazsın durumu...
Bir ara seçimlere de geldi mevzu, CHPciler ailecek belli, çok uzak bir akrabaları, ama ısrarla belirtiyor, zaten hiç sevmediğini de ekliyor, AKP'ye oy vermiş. Benimkisi ayrı bahtsızlık, en şahane yerinde tuvalete gitmişim. Neyse ki masada casus var, okudukları kitaplara gelmişler birden. Bir tanesi yeni öğrenmiş gibi adını "Gabriel Garcia Marquez'in..." diye lafa girecek olmuş, bir sınıf dayanışmasıyla adeta, diğeri düzeltmiş, "Marquez desen yeter, öbür türlü Mustafa Kemal Atatürk demek gibi..." Olmuyor yani; Marquez, Atatürk yeter... Akılda kalıcı bir marka gibi, ecnebi bir markanın nasıl telaffuz edildiğini bilir gibi...
Bütün gün ses etmeyip de, illa ki gece 12 "ajansını" TRT1 radyosundan dinleyen biri var ev civarında. Muhitin sükûnetine bir de gecenin tıknaz sessizliği eklenince, o TRT grameri ve sadece onların spikerlerine yakışan vokabüler, darbe olmuş, hepimiz işkenceyle konuşturulmak üzere bir stadyuma doldurulmuşuz da talimatlar veriliyormuş hissi yaratıyor ton olarak. İçerikte zaten haber yok, "bildirildi"ye uzayacak cümleler komple Gabriel José de la Conciliación García Márquez kıvamında.
Aynı gece ikisi de olmuyor.

Perşembe, Ağustos 09, 2007

Human enlargement mümkün mü?


İş yerinde florasan ışıklarının göze, eski paşabahçe kaseler yere düştü mü ince ince kıymıklanır ya, öyle battığı saatler... Spam mailin saati yok, ama bazen gece 3'te, 4'te ciddi ciddi yerlerden duyurular, toplu atılmış olsalar da aklı başında mailler geliyor. Bu iş otomatiğe bağlanabiliyor mu, saat gibi kurulabiliyor mu bilmiyorum, ama geliyor işte. Merak ettiğim çok net: Bu mailleri insan mı atıyor, makina mı? Bir arkadaş böyle bir sabaha karşı mailinde yazılı olan telefon numarasını arayıp sormuştu hatta, 'Şu an mı atıyorsunuz?' diye. Çok saçma, ama aldığı cevabı hatırlamıyorum. Verilen telefon numarasında bir canlının bulunması yetmiş galiba bana.
Topluca oturulan bir masadan birinin kalkıp fotoğraf çekmesini, oturanların vazifelerini bilir şekilde objektife, hakikatte benzerini kullanmadıkları bir gülümseyişle bakmalarını, işlem tamamlandıktan sonra bir de dijital makineden 'nasıl çıktıklarını' kontrol etmelerini anlamıyorum. İnsan denen sosyal varlık; bazen kaçamıyorsunuz. Ama bütün bu paketin içinde bir de flaş varsa... Flaşlı fotoğraf çekenleri, o kıymık kıymık flaş ışığında herhangi bir canlının/ cansızın 'güzel çıkacağına' inananları anlamıyorum. İlla çekeceksin, bırak titresin, bırak kızarsın, neyin peşindesin?
Bir süredir bana Çince spam mailler geliyor. Bildiğimiz dillerden spam'e insanın gözü kaymaz, anında delete, ama Çince'yi insan merak ediyor. Viagra o harflerle nasıl yazılıyor, penisin, büyütmenin, lise arkadaşının, lotonun Çincesi ne? Kulağa çok ırkçı mı gelecek, ama aklıma geldi bir kere, 'human enlargement' diye Çin işi spam var mıdır?
İçim daraldı da, benim ihtiyacım var mesela 'enlargement'a...

Cumartesi, Ağustos 04, 2007

Bacacı iştahı


Çok saçma... Önce kendime izah etmem gereken, neden on gündür hafakan dolaylarına uğramadığımken, çok saçma olan, son yazdığım Kuzey Afrika sıcaklarından transit geçmişken, bu on günün en büyük olayının Kuzey Afrika sıcaklarını yerinde tespit etmem. Üç gün...
Sıcakların istikameti aynıysa bile, tesiri farklıymış. Güneşin üç kat deriye birden oynadığını, ama çelimsiz bir palmiye gölgesinin bile klima etkisi yarattığını, güneşle, güneşsizliğin arasındaki yedi devasa farkı gördüm mesela. Batana kadar sarı bir top gibi duran, kızarmadan, aynı sarılıkta, iki saniyede suya dalan sistemimizin merkezini o açıdan da... Hemen iki saniye sonra ısı farkından Atlantik'ten kabaran su buharı duvarıyla şehri göremediğim oldu ama iki saat boyunca. Kolları ağırlaştıran bir rutubet, iştahıyla ürküten dalgalar... Bir de nemli not: Daha önce Lizbon'da yarı belime kadar girdiğim okyanusa, bu sefer de öbür yarımı sokmayı başaramadım. Olmadı, diyelim kısasından.
Çok Louise Attaque havasındaymışım. Evden hiç çıkılmamış, yarı domestik, yarı köfte film başları ve sonlarıyla terapatik bir cumartesi. Cumadan daha güzel oluyor hep cumartesi, sonsuz bir ihtimaller yumağı gibi bir yarın... Pazarları sevenlerle zaten uludağ gazoz bile içilmez. İlkokulda şubat tatillerinin ikinci pazartesisi başladı mı biterdi olay benim için. Gerim sayım başlamış, ne yapılsa bir çaresizlikten, bir acelecilikten olacak. Şubat tatilinde de ne yapar ki zaten insan. Bir sene tatilde günlük tutmuşum, başka biri gibi acıdım kendime.
Orta yaş krizi denilen de 'yarı yıl tatilinin yarısı' sendromunun bir varyasyonu galiba. Kimini daha girişimci yapıyor, kimini daha oturumcu, çöküp kalımcı. Başka bir türüdür, ama isteyen metafor da kırpabilir: Ben hayatta bacacılar kadar girişimci meslek grubu görmedim. Belki sekiz katlı apartmanların, müteahhitlerin kiremitten çaldığı sapsakat çatılarda fütursuz yürüdüklerinden, böyle bir alışkanlıktan, kaşarlanmadan, koca koca binaların hiçbir ara kata denk gelmeyen duvarlarına, viyadük bacaklarına, bilmediğim bir şey direklerine asılı teneke levhalara yağlı boyayla yazılmış bacacı cep telefonları gördüğüm çok oldu. Bir dükkânları olmadığı için mi, mesleki deformasyon mu, dibine bir felsefe oturtabileceğimiz bir meleke mi?
Ne anlattığını tam bilmiyorum, evrensel aşina kelimeler geçiyor içinde, onlar da yetiyor, Louise Attaque'dan 'Léa'yı tavsiye ediyorum şu an size. Fas'a gidenler için de, en iyi su 'Sidi Ali'...

Salı, Temmuz 24, 2007

Zâhirî google earth

Ben bizzat görmedim, ama görmediğime vahlandım. Malumunuz sıcaklar yüzünden yapılan 'sokaktaki adam' röportajlarından birinde 'Kuzey Afrika sıcakları geliyor, ne yapacaksınız' sorusuna herkes kendince hayıflanırken, biri diyor ki "Kuzey Afrikalılar ne yapıyorsa onu yapıcaz!"
Ne yapacağız? Kuzey Afrikalıları yaptığını mı, Güney Amerikalılarınkini mi? Memleket ahvali bunaltıcı; şehirlerin meydanlarına çökmüş o beyaz sıcak bulutu, bir anda denizden, derelerden, elimizdeki çay fincanlarından, nefeslerimizden yükselen su buharı duvarı gibi bir şey tepemizde.
Tarihine baktım, tam 20 gün önce Anadolu Ajansı'nın geçtiği iki haber gazetelerin müteakip sayfalarında kullanılmıştı. Biri "Uzaydan görülen ay-yıldızlar artıyor."
Google Earth'ten görünen Cizre'de, Ankara, Samsun, Elazığ, Yozgat ve Kıbrıs'ta, dağa taşa, ormanlık alana kazınmış boy boy bayraklar bunlar... Birtakım laflar da var, nasıl bir azimle kazındıysa uzaydan görünüyorlar işte.
Hemen bir iki sayfa sonrasında da "Havadan gelen dava" diye bir haber... Diyarbakır'da bir köyde tarlayı sürerken çiftçiler birtakım şekiller işlemişler güya, 'terör örgütünü simgeleyen' işaretlermiş bunlar, uçakta bir yolcu farkedip, iner inmez de ihbar etmiş. Baba oğulu gözaltına almışlar. O yolcunun işgüzarlığı dışında, işlendiği iddia edilen şekli bile kavrayamıyor insan, renkten gitse daha kolay, yıldız orak çekiç mi yapmışlar, ne? Uzaylıların ekin çemberleri gibi... Gerçek orada bir yerde...
"Kuzey Afrikalılar ne yapıyorsa onu yapıcaz!" soğukkanlılığına erişebilmek için, az biraz yukardan bakma gayreti yüzünden bu sayıklama. Lakin anladım ki beyhude...

Pazar, Temmuz 15, 2007

Eşyanın tabiatı


Atılmasına hükmün verildiği, ama tam olarak nereye atılacağı bilinemeyen kanapeler, çoğu kez geceye dahil olan vakitlerde sokağın köşesine yahut hiçbir apartmanın önüne denk gelmeyen bir boşluğa bırakılır. Kol koyma yerleri beş ton koyulaşmış, minderler artık tandır ekmeğine yakın, irili ufaklı lekeler kataloğu, yayları çıktı çıkacak, alttan süngerler görünüyor ya da, o kanapede neler yaşanmışsa artık, onun abidesi gibi durur öyle. Beni rahatsız ederler. İrice bir çöp oldukları için değil, göz zevkimi bozdukları için değil, ağır gelirler sadece. Çöp arabası erken geçsin, adamlar küfrederek tez elden parçalasınlar isterim.
Başkalarının kanapelerini severim. Çünkü başkalarının evlerini severim. Sokakta yürürken birinci katların, giriş dairelerinin aralık tülleri arasından eşyaları, ışığı; canlıları ve cansızları çarçabuk emen bir bakış çalmanın röntgencilik sınırına dahli ihtimalini pek güzel kılıfına uydururum.
Eşyların tarihlerini severim. Bir fikir uçuşması olarak kaldı, altından kalkamayacağımı anlayarak vazgeçtim: Kendi evimdeki, en azından bir odadaki eşyaların tarihlerini yazacaktım bir bir. Üşenmeden. Bu eve girişinden önce tarihleri başlayan çok şey var. Canlıların tarihlerinin, en iyi cansızlar üzerinden anlatılabileceğine inanmışım demek o gece. Şimdi yine güzel geldi ya bu prematüre proje...
Başkalarının kontenjanından, çoğunlukla sahibi de aynı etkiyi yarattığından, bana özellikle iyi gelen evler vardır. Çok severim öyle evlerde uyumayı. Uyumak deyince gece uykusu değil reçetemdeki. O evde ben yokmuşum gibi hayat akarken, belki pencere açık, mahallenin kedileri/ martıları/ çocukları, belki radyo sevdiğim/ sevmediğim bir istasyonda, belki telefonlar çalıyor, hayat bensizmişim gibi akıyor.
Çok severim başkalarının kütüphanelerinden, edinmiş olmayı isteyebileceğim bir kitabı yerinden çekip, kanapeye uzanmayı. Başkalarının tuvalet aynalarını, buzdolaplarını, CD raflarını severim. Sahipleri de bana iyi gelen insanların evleri bana iyi gelir.
Şehir merkezinin az dışındakı otobüs duraklarında, sokağa bırakılmış eski kanapeler görmüşlüğüm, bir değil, iki değildir. Kim getirmiştir üşenmeden yeni yerlerine? Onların artık bir sahibi var gibi düşündüğumden mi, iki otobüs kaçırabilirim o duraklarda. Cansız tarihinin akmakta olduğuna beni ikna ettikleri için belki. Belki de başka bir şey.

Pazartesi, Temmuz 09, 2007

Kabak çiçeği zamanlaması


Ben klavyeye bakarak yazanlardanım; altı parmak... İnsan klavyeyle nasıl yazabiliyor, parmaklar nasıl yerini buluyor yabancılaşmasına kadar açılmışım denizde; klavyesiz, tuzlu, deniz börülceli, yuvarlacık çakıllı bir zaman dilimine, yıllık iznimin bir bölümüne o kadar kaptırmışım yani kendimi.
Döndüm de dönemedim; teşhisi diploma gerektirmeyen post-tatil ruh çöküntüsü işte. Gerçek bir karın ağrısı kılığında beliren bu evreyi önemsizleştirmek, geçmesini beklemek, bir hastalığın kaynağı stres çıkınca rahatlamak gibi. Ha, strestense tamam o zaman. İş yerinde tatil sırasını savanlar da, "o" günü bekleyenler de tende güneş iziyle kendini gösteren bir hastalığa yakalanmışım gibi, "Geçer" der gibi bakıyorlar yüzüme. Bilgisayarımın şifresi, masamda üç beş kitabın yeri değişmiş, bir de çalışanların dörtte biri işten atılmış ben yokken. Bu kadar yani, üç güne kalmaz "geçecek" zaten, tenimin rengi açılmaya başlayacak, üzerimden atacağım o yüksek ateş sonrası yorgunluğuna benzer tatil canlanmasını. Beni de atsalardı, al sana tatil mi olacaktı, değil mi, paşa gönlün ne kadar çekerse...
Yaşını başını almış bir iğde ağcının canavarlaşmış kollarının, hormon zerkedilmiş gibi coşan birkaç asma köküyle yekvücut olduğu bir çardağın altında, güllü goblenlerle kaplı bir sedirde, uykuyla uyanıklık arasındaki farkı pek kollamadan geçti çok zaman. İşte öyle bir öğleden sonra, arkada dal kıpraşmaları tavla zarlarının sesini, çakıl ezme hırsından azade poyraz dalgaları menapozlu kadın kahkahalarını yumuşatıyor, ben yatıyorum öyle... Dirseklerim izin istemeden göğsüme düşmüş, bir kitap tam orada kesmece bir karpuz gibi ortasından ikiye yarılmış. Son hatırladığım bir Oğuz Atay hikâyesi, babaya yazılmış bir mektup... Babasının köylülüğüyle kocaman olduktan sonra barışan, onu öldükten sonra anlayan, bir sahil kasabasına yerleşip de balıkçılara lüzumsuz sorularla felsefe türetmeye çalışanlar gibi değil, tam da babası gibi denizsiz bir orta Anadolu şehrinde kerpiç bir evde yaşamak istediğini yazan bir adam... Fazlası da mevcut ya... Bulunduğum "levrek ve kılıç diyarı" köyde ben gelmeden bir balıkçı bir kilo dondurma yemiş de, ishali konuşuluyor mesela adamın, karısı da serzenişte "Ben bir aydır kabızım, benle ilgilenen yok" diye... İlk kez girdiğim bakkallarda, nerede kaldığım, kimi tanıdığım biliniyor. Çok aktif bir haber ajansı...
O sedirde uzanmışken hayatta aradığım haber ağının böyle bir şey olduğunu biliyorum, lakin utanıyorum da bu hissimden. Köy kahvesinde lüzumsuz miktarda bahşiş bırakmış gibi, tabağımdaki balığın fazlasını ellememişim gibi, çay içip bir kahve dolusu kadın erkek TRT4'te beraber ve solo şarkılar'ı dinlerken küresel ısınmadan laf açmışım gibi, ne o, ne o olduğumu hissetiren bir ipucu bırakmışım gibi, hayalimsi arzumdan utanıyorum. Onlar ne der? Derdim bu. Neyse ki, sol yanağıma bir kuru yaprak düşene kadar kıpırtısız yatmaktayım, kimsenin bir şeyden haberi yok.
Gelecek program niyetine, Şaziye Teyze'yi yazayım buraya. Şalvarı tamam, ama kovboy şapkası ve güneş gözlüğüyle gezen, yetmişine merdiven dayamış o şahane kadından bahsedeceğim sonra. Sevip sevmediğimden bile emin olamadığım, acayip kılıklı, acayipli duruşlu, acayip susuşlu Ege avangardı Ömür'den, "motoru yakan" Selçuk'tan...
Sabah erken toplamak gerekiyor kabak çiçeğini, sonra sönüyor, dolmuyor. Düşüneceğiz elbet...

Salı, Haziran 26, 2007

Angora forte


Hava sıcaklığı Marmara Bölgesi'nde bir şehirde 40'lı rakamlara ulaştığında, insandan seyrelmiş sokaklardan geçen klimalı arabaların uğultusu bile hava denilen görünmez saydığımız şeyin içinde yutulurken, miligram yapraklı ağaçlardan bile tek kıpırtı yükselmemekte zaten, aynı coğrafi bölgede bir insan sol kolunun altından çıkardığı termometrede akşam 'hava durumu'nda duyduğuna yakın bir rakam görür. Zaten titriyordur.
Mevsimlere göre insanların unuttuğu fiiller var. Yazlıklarla kışlıkların yerini değiştirir gibi bile değil, zahmetsizce ve kayganca dili araziye uyduruyoruz. Dört mevsimin hissedildiği ülkeleri çekilir kılan belki biraz da bu. Çok sevilen, kış boyu kendisini hatırlatmayan, ama çekmece dolap sirkülasyonlarında insanı manasızca mutlu eden tişörtler gibi, zamanı geldiğinde dökülüyor o mevsimlik fiiller, sıfatlar dil pazarına. Diğerleri toz oluyor.
Velhasıl ben bu ülkenin İstanbul'unun pazar günü titredim; titreyebildim, üşümeyi hatırladım. İnsan sadece kendisiyle nasıl müstakil bir evren kurabiliyor, genel fotoğrafı absürtleştirebiliyor.
Kıştı, kafamda da şapka vardı hatta. İstiklâl Caddesi'nde bir seyyar satıcı bağırıyordu: "Bay, bayan angora...'
Adam eldiven satıyor tabii ki. Ama iki yandaki binaları kadrajdan kesip caddeyi Frankfurt Havaalanı gibi devasa mesela, Barselona Havaalanı gibi aydınlık mesela düşününce ne güzel bir anons solumdan yükselen: "Bay, Bayan Angora..."
İnsan sadece kendisiyle nasıl müstakil bir evren kurabiliyor, genel fotoğrafı absürtleştirebiliyor. Bu sağlıklıyken daha zevkli oluyor.
N'olur asfaltta yumurta kırılmasın bir de!

Pazartesi, Haziran 18, 2007

Açık bir deniz


Hem ziyareti, hem ticareti bir kılıfına uydurarak, yakınlarda üç günü, ilçe demeye dil varmayan bir tatil şeysinde geçirdim. Adını anmaya lüzum yok, en adı çıkmışından. Ve bir yandan da aşağıda lafı edilecekler cümle benzeri için de muteber.
Türkiyeli tatilcilerin azınlıkta olduğu mevsim bu. Ticareten sezon başı; Adana'dan, Mardin'den ya da İstanbul'daki Sivas'tan çalışmaya gelmiş genç oğlanların mesai başlangıcı... İlk yıl gelenler otellerde, motellerde bulaşıkçı, komi, garson oluyor önce, etraflarına bir bakıyorlar, parmakarası terliklere, fısfıslı güneş yağlarına, enerjivotkalara, kalçalara, memelere bakıyorlar uzun uzun. Ertesi sezon açık büfe mutfaklarında kayık tabaklara kaşar dizmek kesmiyor artık onları, aynı parayı da alsalar, bahşiş, hoşbeş, kalça ve meme ihtimali olan başka işlere geçiyorlar: Halıcı, kuyumcu, ortacı oluyorlar. Beş figürlük break dansımsı koreografileri bar önlerinde üçlü sergileyip, ülkelerinde ancak cehennem hayatı yaşayanların bunlarla eğlenebileceği turistlere adisyon açmaya çalışıyorlar yahut. Kaşların ortası temizleniyor, saçlar enseden kuyruklu yahut tepeden punky, mutlaka bir kısmı oksijenle açılıyor. İmasını sülalesine küfür saysa da, daracık tişörtler, pırlanta taklidi tek küpeler, şile bezinden bol pantolonlarla, gey estetiğiyle dolanıyorlar ortalıkta. O kadar ayarsız bir transformasyon ki, 'Nerede yaşıyor bu çocuklar?' diyorsunuz, 'Kim bunlar?' Böyle marjinaller olarak tez zamanda fonksiyonel bir vokabüler edinip, doğrudan turistlerle el ense şakalaşıyorlar. İnsanlararası mesafe esasına dayalı hayatlarından sıkılan bu 'yabancılar' da tatil diye ses etmiyorlar, egzotik geliyor onlara, bilakis hoşlanıyorlar da bu izansızlıktan. Bu çocuklar hiç tasaları yokmuş gibiler, sonsuz bir sokak partisindeler sanki, kafaları da hep iyi sanki, turistlere mal kakalamak değil de sanki dertleri, bu tasasızlıklarını, şakacılıklarını, parti ruhlarını sergiliyorlar yabancılara. Beş adım uzaklaştıklarında, kendi aralarında kendi dillerinden konuşuyorlar sadece, kalçalı ve memeli...
Sırtlarına geçici dövme, kahküllerine gölge, sakal traşlarına tasarım attırmış daha level 1'deki dört oğlan, taş çatlasa 19'dur en büyüğü, konuşuyorlar önümde. Havlular ellerindeki beyaz poşetten çıkıyor. Onlar kendilerine sahilde yer ararken kumsalın çakılına, denizin yosununa bakmıyor. Denize girmek için elli metre ileri gidebiliyorlar stratejik bir durum varsa. İşte bunlardan biri diyor ki: "Bu televizyonda ünlüleri görüyoruz ya, kameramanlar çekiyor, orası neresi lan?" Diğeri tecrübesiyle cevaplıyor: "Oğlum oralarda öyle bir güvenlik var ki, bizim otelden biliyorum." Üçüncü bir çözümle geliyor: "E, denizden giririz..."
Başını kaçırmışım. Oturdukları plajın güvenlik görevlisiyle garsonunun konuşmaları geliyor bir zaman sonra kulağıma aksi istikametten: "Şu İngilizce'den var ya, tek anladığım 'kiss me'"
Gelecek sezon level 2 olacak onlar için, belli. Sonrası, değil.

Perşembe, Haziran 14, 2007

...extra boşluk

İstedikleri kadar büyütsünler piyasanın sıfırlarını, bunu kendileri becerdiler, televizyonda yahut radyoda, reklam girdi mi başka bir konuma geçiyor beyin. Televizyonda öncesinde izlediğimiz fazla gri hücre kıpraştıran bir şey olmasa dahi, beyin stand-by'a benzer bir hale zıplıyor, elin zaplamaya mecali yoksa.
Radyo açık, bir şeyler mi yiyorum... "Tanıdık, tanımadık herkesi aramanın dakikası bilmem ne kadar kontör" diye bir laf öbeği, karşı taraftan atılmış yabancı bir cisim gibi kafama çarptı. Telefon sapıkları mı hedef kitlesi, tanımadık biri nasıl aranır?
Bu radyo reklamı aklımdayken, Eminönü'nde "ekstra muhabbet"i gördüm.
Eminönü'nde bunu görmeden önce "Börek yemenin yaşı yoktur" sloganını vitrinine sabitlemiş bir dükkân gördüm. Eminönü'nde bunu gördükten az sonra "Canlı Et Bebek"i gördüm; altgeçitte. Bir tuhaf oldum.
Gün aşırı uçuş simulasyonu yaptırılan, ama yükselmeye muvaffak olamayan serçe dün vitrininde ölü bulundu. (Bkz. "Passer -fazla- domesticus") Gagasının altında kırmızı bir şişkinlik vardı iki üç gündür. Bir ayı bulmayan hayatının çoğu bir ecza dolabında geçti.
Zihnim yuvasına çöp taşıyan bir güvercinin mesaisiyle çalışıyor. Farketmeden benzer dal parçalarını biriktiriyorum. Bunların hiçbiri olmamışken Beşiktaş'ta gördüğüm bir tabela aklıma geldi mesela: "Kuzu boşluk 7,9 YTL"
Boşluk hayvanın neresidir? Suna'nın Serçeleri'ni ve Suna'nın düştüğü kireç kuyusunu bilinçaltımdan sildirebilir miyim? Boş muhabbetin yaşı var mı?
extra boşluk...

Cuma, Haziran 08, 2007

Günün elemanı


Dün akşam üzeriydi, birden indiren yağmurda Karaköy iskelesi karşısında bir pastane şemsiyesine sığınmıştım. İşte olmadığım, bir işte çalıştığımı unuttuğum bir perşembeydi.
Saat 6 olmuş... Kumaş pantolonlardan, çapraz çizgili kravatlardan, taşlara vuran dolgu topuk seslerinden ve başka şeylerden anladım bunu. Gün içinde birbirleriyle sekiz cümle eden adamlar, kadınlar, üçlü dörtlü gruplar halinde 'paydos'un verdiği bir gevşeklik içinde şeflerine küfrederek önümden geçiyorlar. Kendilerinden geçiyorlar bunu yaparken, burada birleşiyorlar. Eve gitmeden çocuğu babaanneden alacak kadınlar, eve giderken karpuz almayı akıllarında tutan adamlar, bu ortaklığı kurlaşmaya çeviriyorlar hatta. Bu perşembe 'paydos'unun ve yeri gelse anasını bilmem ne yapacakları patronlarının durduğu bu kesişim kümesinden cinsel bir enerji doğuyor, akbillerini basarken kurlaşıyorlar. Öğle tatillerinde yarım bırakılan sığ cinsel göndermelerin devamı gibi de değil tam. Başka tür bir pornografi bu; şirket pornosu... Aynı yerden çıkmışlar, aynı kişiden nefret ediyorlar, akşam saatleri için teker teker sıkıcı ayrı hayatlar kurmuşlar, aynı vapura binecekler.
Karaköy'den kalkan son Kadıköy vapuru iskeleye yanaşırken, önceden demirlemiş birkaç vapurun içinden geçmek gerekir bazen. Şehir hatları çalışanlarının vapurları eve dönüştürdüğü saatlerdir bunlar. Radyonun sesi sonuna kadar açılmıştır, güverteyi yıkayanlar paçaları sıvamıştır, gün içinde hiç olmadığı kadar yüksek sesle, katiyen olamayacak şekilde küfürlü konuşulur. Başka bir yer, başka bir şey gibi gelir bir vapurun içi o vakitte. O adamlar orada yaşıyordur sanki, evlerinden daha fazla eve dönüştürmüşlerdir vapurları...
McDonalds'lar akşam bir saatte kapanır, asgari ücretle bütün günü kasa kuyruğundakileri 'büyük seçim'e ikna etmeye çalışan gençler içeriyi temizlemeye başlar. Bütün gün sanki sadece bu saati bekliyorlarmış gibidirler. Aynı son otobüse binecek bu çocuklar, intikam alır gibi müziğin sesini sonuna kadar açarlar. Sandalyeleri, masaların üzerine kapatırken bilerek vururlar, ayaklarıyla iterler. Önlerinden geçerken gözlerim takılır hep, müzikten seslerini duyamam, ama şeflerine küfrederler çok, günün gıcık müşterilerini birbirlerine anlatırlar -gibi gelir bana-. Gün içinde tahrip edilen zihinlerinin ve bedenlerinin intikamını, Ronald Amca'nın evini yıkarak almak isterler sanki. Modası geçmiş heavy metal şarkılarıyla, yakın zamanlarda bir de Sagopa Kajmer'le, Ceza'yla, hip hop'la yıkmak isterler 'ekmek kapılarını'.

Mesai bittiğinde de bitmiyor.

Pazartesi, Haziran 04, 2007

Passer -fazla- domesticus


Cumartesi öğle suları, muhtemelen yuvasından ilk kez havalandı ve pat diye yatak odasının balkon kapısının önüne düştü; o panikle de duvarla, gardırop arasına sığındı. O kadar korkmuştu ki, duvarın dibinden ayrılmadı saatlerce. Odanın tenha anını kollayıp aralık kapıdan gardırobun içine süzülmüş sonra. Oradan avuçlaması kolay tabii. Fakat dışarı bıraksak uçamaz ki... Bizim muhitin kedileri Serengeti kaplanları gibi. Cüsse babında değilse de, özgüven tavanda. Anında fındıklı lokum gibi yutarlar bunu.
Fakat evde kafes yok, kutu yok, bu Apti'nin biraz kendine gelene, kanat çırpmayı öğrenene kadar istirahat edebileceği bir konut yok. Bahçe duvarına eski bir ecza dolabı asmıştım; mavi bir şey. Zamanında içine tentürdiyot mu, bir şey dökülmüş, hâlâ o koku duruyor inceden. Onu boşaltıp içine koyduk; kapısı aralık... Fakat görüntü o kadar absürd ki! Üç katlı bir vitrin gibi, bu Apti camdan bakıyor sürekli. Yesin diye konulan ıslak ekmeği yemeyi akıl edemiyor, içsin diye konulan suya kendisini sokuyor. Tüyler diken diken, psikopat gibi görünüyor iyice. Arada slogan atar gibi ötüyor ecza dolabından. Dün bir ara çıkardık, belki uçar diye. Yok, zıplama dışında figür yelpazesi zayıf. Gerisin geri vitrine...
Bir arkadaş Nişantaşı'nda kaldırımda yürüyen bir martı görmüştü. Kuzu büyüklüğünde, koca gagalı bir martı, vitrin bakan Teşbeş kadınları gibi kırıta kırıta yürüyor. Özgüven tavanda... Bir kere de apartman boşluğuna düşmüştü biri. Yönetici gagasından tutmuştu, ben apartman kapısını açtım, birimizi ziyarete gelmiş de, 'e artık geç oldu' der gibi, alışveriş yapıp evine dönecek gibi yürüyerek çıktı, karşıdan karşıya geçti. Martılar da çok muhitte. Karınlarını tuta tuta, katıla katıla gülüyormuş gibi sesler sürekli tepemizde.
Günün vitrin düzenlemesi: Jethro Tull'dan 'Sparrow On The Schoolyard Wall' olur, Simon & Garfunkel'dan 'Sparrow' da... Dilimizde 'serçe'li şarkı aramaya kalkınca Sezen Aksu, Kayahan, Ebru Gündeş hattına giriliyor, derhal havalanıyorum.

Perşembe, Mayıs 31, 2007

Sözde değil, özde 'olfrygt'


"Saçmalıktan hoşlanmam. Ayrıca sessizliği severim, az insanı çok insana tercih ederim."
Rolling Stone'u ele alınca, sayfaları karıştırınca, en önce bunu okuyorsun, kaçarı yok. Iggy Pop 60 yaşında bir de...

"İletişim Kitabevi'nde bir konuşma yapmaya çağrılmıştım. ...sen kalk aç karnına küçük bir konyağı indir midene. Sıkılganlığı yenmek için midir, nedir? (...) Epeyce kalabalık vardı. Hoşlandı galiba gençler, yuhalanmadım. (...) 'Açım çocuklar, Tavukçu'ya gidelim' dedim. Gittik. Sohbet süredursun, bir küçük rakı da içtim sanıyorum. (...) Olan olmuştu. Acaba konuşma yaparken de pot kırdım mı? (...) Çok şükür zırvalamamışım."
Vüs'at O. Bener 'Mızıkalı Yürüyüş'te anlatmış. 'Kendimi intihar ederim' dedirtmişti birine bir keresinde de...

"Ordu'da 1936'da Kahraman Sağa tarafından kurulan, Türkiye'nin ilk çikolata barı 'Tadelle' markasıyla, bir dönemin çocukları için çikolatanın adı olan Sagra, 1994 yılında kontrolüne girdiği Bayındır Holding'in yaşadığı ekonomik krizin kurbanı oldu ve faaliyetlerini durdurdu."
Son Tadellelere, Tadelle demiyorduk, ama yine de bir ekonomi sayfasında haberi derhal seçti göz...

"Tek bildiğim bir şey varken, çok bilinmez bir hal oldum"
Hayko Cepkin'in yeni albümü çıktı: 'Tanışma Bitti'. En, en sondaki hediye şarkıdan bu da...

"Şehir dışındayken bira bulamamaktan rahatsız edici şekilde korkmak."
Danca'da bu hissiyatı anlatan bir kelime var: Olfrygt.

Pazartesi, Mayıs 28, 2007

Fire tasması


Sokak köpeklerinden bahsedecektim. Gün içinde kaldırım, sokak girişi, otopark çıkışı bakmadan kendilerinden geçerek devrilen, burnunun dibinde bir kedi salsa yapsa dahi sol gözünü açmaya tenezzül etmeyen köpeklerden... O kendinden emin halden...
Gecenin tam bitimine, sabahın tam başlamasına yakın bir ara bölge var, o ışıkta bir film çekilse günün bitimine, akşamın başlama saatlerine yakın da diyebilirsiniz. Aldanırsınız. Ama bir ipucu... O sokak köpeklerinin, otoban girişi, hastane bahçesi, köprü çıkışı demeden celallenerek, uluyarak dolandığı saatler bunlar. Sabah nemrutluğunu çok iyi anlarım, bunlar da nemrutlar o saatlerde, yoktan yere parlıyor gibi görünseler de insana çok yakışabilecek bir öfkeleri var. Rahat batmıyor onlara, bir eylem koyuyorlar sanki. Varlıklarını hatırlatıyorlar. O saatlerde insanların yatak odalarının pencereleri kapalı oluyor daha; sokak kapıları içeriden kilitli... Eve dönmeyi unutmuş bir iki sarhoş, billboardları değiştiren bir iki adam, ilk otobüse yetişmek için durağa doğru sadece hayvani refleksleriyle yürüyen erkenci bir iki kişi daha belki...
Asfaltlanıp üzerine yaya kaldırımı çizilmiş yollarda, kapılarına fotoselli ışık takılmış 32 dairelik apartmanların dizildiği sokaklarda, benzinciler, yeraltı geçitleri, vinç kuleleri, cam şişe kumbaraları, ışıklı ışıksız tabelalar gibi "şey"lerden müteşekkil, tamamen insan yapımı bu senaryoda, kedi gibi, köpek gibi sokak yaratıklarının dolaşması bana iyi geliyor bazen. Bir yabancılaştırma efekti gibi, bana nerede olmadığımı hatırlatıyor. Küçükken kedilerin de okulu, köpeklerin de fabrikaları var sanıyordum. Anne kedi, baba kedi, çocuk kediler okulda... Yoksa onların da şehirde yaşamaları tuhaf geliyordu. "Ay sevimli şey" diye geçiştirilebilecek bir çocukluk show'u ya da "su"ya, "buu" demek gibi bir şey değil bu; gayet sağlıklı, temiz bir bakış aslında.
Gün içinde ara ara da çok önemli bir işleri varmış gibi kalabalıkları yara yara koşar sokak köpekleri. Yine varlıklarını mı hatırlatıyorlar?
Yoksa? Bunu kim kimden öğrendi?

Perşembe, Mayıs 24, 2007

Florasan kıpraşması


Florasan ışığından hazzetmem; florasanlı esnaf lokantalarına gitmem. Florasanlı evler içimi daraltır. Babaannemin evini getirir mesela aklıma, gözünü kısıp baktığında canavarlaşan çiçek desenli duvar kağıtlarını, sobalı odayla evin sobasız geri kalanı arasındaki ısı uçurumunu, soba tellerine asılan el bezlerini... Daralırım. Divana uzanıp gözünü kapadığında göz kapağında beliren florasan yuvarlağı, hâlâ sabit o perdede. Regülatör kutusu, Hac'dan bir ahbabın getirdiği altı kişilik zem zem takımı, sürgülü dolaplarında halamın fotoromanlarının durduğu bordo divan peşi sıra geldi. Florasan ilk açıldığında kıpraşır ya, o yaşlara ait bir sevimsizlikle birbirlerini izlediler. İştah şurubu zamanlarım... Yemek yememek için formika masanın çizgilerini sayışım, etli sebze yemeklerinin suyundaki yağ halkalarını birleştirişim...
Küçük gelinlikçiler vardır. Genelde apartman dairlerinden bozma gelinlik atölyelerinin, balkondan bozma vitrinlerine florasan konur. Çok çekmesin elektrik diye... O ışıkta, nuhnebiden kalma mankenlerinin üzerindeki tapon gelinlikler daha da sevimsizleşir, evlilik kurumu hakkında peşin hükümlenirsiniz. Bir florasan kıpraşmasıyla Fatih'teki gelinlikçiler geldi aklıma. Ne kadar çoklar, ne kadar çok... Dört katlı apartmanlar, pasajlar, sokak araları, her yer gelinlikçi dolu. Süpermarket gibi... BİM gibi mesela...
Malum, iklim değişimiydi, küresel ısınmaydı, her insan evladının bir mesuliyeti var. Onun, bunun yanında bana en çok koyan o tasarruflu ampuller, florasanlar... Beyaz ışıktan nasıl kaçıyorum... Nasıl bir nakşolunmaysa, ışık sabitlense de, benim kafa kıpraşıyor.

Pazar, Mayıs 20, 2007

Being Atatürk


Konya'da, müzeye dönüştürülmüş eski Mevlana Dergâhı'nı gezerken kendimi bir çağrışımlar silsilesinden alıkoyamamıştım. Müzenin bir matbah bölümü vardı. Matbah "mutfak" demek; Mevlevilerin eğitim ve terbiye aldıkları ocakmış burası... Ziyaretçilerin zihinlerinde daha kalıcı bir iz bırakmak gayretiyle gerçek insan boyutlarında mankenlerle bu terbiye sürecinin farklı evreleri canlandırılmıştı. Fakat bütün mankenlerin suratı tıpa tıp aynıydı; bakışlar, sakallar... Ve büyük odada onlarca "Mevlevi" var. "Being John Malkovich" filminden çağrışımlarla, zihnimde kalıcı bir iz bırakmıştı bu ziyaret.
Yazarken çağrışan başka bir haber de, Mevlana pulları basılacağı zaman hangi tasvirin kabul edileceği tartışmasıydı. Farklı minyatürlerde, saçı sakalı bırakın, aralarında zencisi bile olan farklı Mevlanalar resmedilmişti çünkü. O haberi buldum.
İzleyişimden çok zaman sonra, aynı filmin hafızamdaki yerinden ikinci taarruzu, bir bankanın Oniki Dev Adam maskesi dağıttığı dönemde olmuştu. Kartondan maske yapmak gibi basit bir fikir, o dönemki dev coşkuyla birleşince sokaklarda bile tanık olabileceğiniz absürd kareler salmıştı uzaya.
Sonra bunların politikacılar serisinin çıkmasıyla işin suyu çıktı. Gazetelerin tekinde bir sınıf dolusu maskeli öğrencinin fotoğrafını hatırlıyorum, ama nasıl bakacağımı bilemediğimden o fotoğrafı bulamadım şu anda.
Durumu kavramakla birlikte, Hrant Dink'in cenazesindeki Dink maskelerini bir talihsizlik olarak hatırlayacağım. Olmamıştı.
Ben kaçırmış olabilir miyim? Türk bayrağı konusunda yaratıcılıkta hiçbir sınırın tanımadığı bu son mitinglerde, kimsede Atatürk maskesi görmediğime gerçekten şaşırıyorum. Zihinlerde bundan daha kalıcı bir iz bırakılabilir mi; yüz binler/ milyonlar tek maske, tek vücut...
Ama hangi resmiyle, hangi Atatürk? Hiç bilemem.

Salı, Mayıs 15, 2007

3N + 1F


Bizim iş yerinde bir Müjdat Abi var. İncedir, uzundur, ama onun ötesinde ince bir insandır, konuşmasıyla insanı sakinleştirir. İlk hoşbeşlerimizden birinde bana 'En çok hangi hayvanı seversin?' diye sormuştu birden, ben de "Zebralar çok güzeller, zürafaları halleri çok acıklı geldiği için severim, iki penguen bir araya geldi mi de çok komik oluyorlar" demiştim. Güldü, "Ben de kedi köpek konuşacağız sanmıştım" dedi. O kediden konuşulsun sever, kedisi vardır, binanın çevresindeki kedileri de evden naylon poşette getirdiği mamalarla besler. Bir de bulduğu her şeyi okuduğundan, çok saçma enformasyonlara sahiptir, o yüzden hoşbeşi ayrıca zevklidir. Her şeyi okur derken, ayrımsız her gazete, derginin ötesinde, aralardan çıkan el ilanlarını, iş yerine gelen her türlü bülteni de atlamaz... Bir kez elinde kendisinin kullanmadığı bir ilacın prospektüsünü bile görmüştüm.
İşte Müjdat Abi'den öğrendim, Bodrum yerli ahalisinin sık kullanılanlara eklediği bir diyalogmuş. Biri soruyor "N'apan?". Diğeri cevap veriyor: "N'apam?" Tabii ne yapsın ki. Söz yine ilkine geçiyor, ki o da haklı: "N'apçen..."
Çok temiz bir diyalog gibi geliyor bu N'apan/ N'apam/ N'apçen üçlüsü. Bir yandan beyhude hepsi, bir yandan empatinin kralı gizli, herkes birbirinin halini o kadar iyi anlıyor ki aslında.
Biri bana "N'aber?" diye sorduğunda, çoğunlukla "Normal" derim bayağı bir zamandır. "İyi" demeye dilim gitmez, "kötü" desem, e kötü de değilim. "N'aber" girizgâhına yekten, "Şu oldu, bu oldu..." diye girmek de abes. Soranın da sorduğu o değil zaten... Fakat bu "normal"in yaygınlaşmasını da şaşkınlıkla izliyorum. Eskiden "normal" dediğimde anormal bir şey olurdu, gülen çıkardı, laf sokan çıkardı, egzistansiyalist bir hoşbeşe kapı açılırdı, iyiydi. Ben anormal olsun diye değil, "E işte" manasında diyordum, ama "Normal" de fazla normalleşti; sıkıldım, sıkılmışım. Kendi halime bırakıldığımda "N'aber"e "N'olsun?" diye cevap verdiğimi farkettim yakınlarda. Ne olsun işte... Bir empati kırıntısıdır beklediğim, ne olsun işte, ne olabilir ki...
Ecnebi memleketten hangi eş dostla konuşsam, yazışsam bu sıra, bana "N'aber?", sonra da "Kırmızı bayraklı mitinglere katıldın mı?" diye soruyorlar, "very fantastic" diyorlar. Dışarıdan nasıl görünüyor işte... N'apan/ N'apam/ N'apçen'i başka bir dile çeviremeyeceğim gibi, aklımdakini de çeviremiyorum onlara. "Fine" diyorum, "and you?"

Cuma, Mayıs 11, 2007

Dışarı takım verilmez


Lisede miydim, üniversite başı mı? Bir telefon fihristine ilkçağ filozoflarından girmeye başlamıştım. Bayağı, T harfine Thales girmiş, şunu demiş, bunu demiş, fikriyattan öznel seçmeler... Sonra aynı fihriste gazeteden okuyup okuyup Venezuella Devlet Başkanı, bizim Dışişleri Bakanı, BM Genel Sekreteri her kimse, isimlerini giriyordum. İyi geliyordu, her şey kontrolümde gibi hissediyordum. Düşünce tarihine en baştan başlamıştım, o gün ne olup bitiyor, ona da başka bir aşinalıkla hakim oluyordum sanki. Başbakanlar değişirdi, Savunma Bakanları, ama düşünce tarihi fihristten geçerek yaşadığım güne geldiğinde çift taraftan ne olup bittiğini anlayacaktım. Şimdi öyle düşündüğümü düşünüyorum, öyle bir plan yaptım, düşünülmemiş başlık kalmasın istiyordum diye düşünüyorum. Ancak böyle anlayabilirim diye düşündüm diye düşünüyorum. Fihrist kaldı öyle; kimbilir ne zaman...
Beşiktaş'ta bir 'ziyafet salonu' var. Ziyafetlerimiz için kiralayabileceğimiz bir yer. Hiç bir ziyafete davet edilmedim.
Ziyafet.
Ne acayip bir kelime değil mi, sesli söyleyince.
Eve gelirken taksi şoförü 'Hızlı gidiyorum, ama korkmuyorsun değil mi?' dedi aynadan. Bir ara korkmuştum. 'Otuz yıldır bu yollardayım, öndeki araba takla atsa nereye kaçacağımı bilirim, rahat ol.' Bu nasıl bir telkin?
Otuz iki yıldır bu yollardayım, öndeki araba takla atsa...
Artık elde ne varsa...

Pazartesi, Mayıs 07, 2007

Antenler deplasmanda


Tebdil-i mekânda yeni hafakan var:
- Bir taksiye bindik. Bıyıklı, saçı karlı bir amca, taksinin koltukları üzerine dev bir halının minyatürü gibi kilimler koymuş. Ön camda tükürükle yapıştırılan iki vantuzun tuttuğu, plastikten bir dikdörtgenin üzerinde aynen şunlar yazıyor: "I'd die for you/ You know it's true/ Everything I do/ I do it for you" En sonda da Winston Churchill söylemiş gibi imza: Brain Adams... (Dikkat; basbayağı Brain!)
- Bir duvar yazısı: Seniha never.
- Gar'daki gazete bayii, bir rafı çocuk kitaplarına ayırmış. Çok kötü kapaklar. Bir isim aniden okuyanı vurur: Huclaberry Finn. (Bunu mu demek istediniz?)
- Bir tabela: Süper kokareç. (Zannımca koka bitkisinden...)
- Yandan bir kulak misafirliği. İki genç sevgili. Oğlan diyor ki "Ömer Hayyam Semerkant'ta doğmadı ki, nereden çıkarıyorlar. Hem adamı da kafir gibi göstermek istiyorlar. Tamam o da içkisini içmiş, aşk yapmış, meşk yapmış, ama sonra tövbe etmiş. Bir sürü pişmanlık rubaisi vardır. Bunu söyleyen o salak kız da dini bütün bir insan olsa! Sanki başkasının günahından o yanacak, herkesin kendine..." Sevgili de diyor hemen "Ben senin için yanarım hayatım". Oğlan bir rubaiye yekten giriyor: "Ben de yanarım, grill olurum."
Ben Eskişehir'deydim.