Cumartesi, Ağustos 04, 2007

Bacacı iştahı


Çok saçma... Önce kendime izah etmem gereken, neden on gündür hafakan dolaylarına uğramadığımken, çok saçma olan, son yazdığım Kuzey Afrika sıcaklarından transit geçmişken, bu on günün en büyük olayının Kuzey Afrika sıcaklarını yerinde tespit etmem. Üç gün...
Sıcakların istikameti aynıysa bile, tesiri farklıymış. Güneşin üç kat deriye birden oynadığını, ama çelimsiz bir palmiye gölgesinin bile klima etkisi yarattığını, güneşle, güneşsizliğin arasındaki yedi devasa farkı gördüm mesela. Batana kadar sarı bir top gibi duran, kızarmadan, aynı sarılıkta, iki saniyede suya dalan sistemimizin merkezini o açıdan da... Hemen iki saniye sonra ısı farkından Atlantik'ten kabaran su buharı duvarıyla şehri göremediğim oldu ama iki saat boyunca. Kolları ağırlaştıran bir rutubet, iştahıyla ürküten dalgalar... Bir de nemli not: Daha önce Lizbon'da yarı belime kadar girdiğim okyanusa, bu sefer de öbür yarımı sokmayı başaramadım. Olmadı, diyelim kısasından.
Çok Louise Attaque havasındaymışım. Evden hiç çıkılmamış, yarı domestik, yarı köfte film başları ve sonlarıyla terapatik bir cumartesi. Cumadan daha güzel oluyor hep cumartesi, sonsuz bir ihtimaller yumağı gibi bir yarın... Pazarları sevenlerle zaten uludağ gazoz bile içilmez. İlkokulda şubat tatillerinin ikinci pazartesisi başladı mı biterdi olay benim için. Gerim sayım başlamış, ne yapılsa bir çaresizlikten, bir acelecilikten olacak. Şubat tatilinde de ne yapar ki zaten insan. Bir sene tatilde günlük tutmuşum, başka biri gibi acıdım kendime.
Orta yaş krizi denilen de 'yarı yıl tatilinin yarısı' sendromunun bir varyasyonu galiba. Kimini daha girişimci yapıyor, kimini daha oturumcu, çöküp kalımcı. Başka bir türüdür, ama isteyen metafor da kırpabilir: Ben hayatta bacacılar kadar girişimci meslek grubu görmedim. Belki sekiz katlı apartmanların, müteahhitlerin kiremitten çaldığı sapsakat çatılarda fütursuz yürüdüklerinden, böyle bir alışkanlıktan, kaşarlanmadan, koca koca binaların hiçbir ara kata denk gelmeyen duvarlarına, viyadük bacaklarına, bilmediğim bir şey direklerine asılı teneke levhalara yağlı boyayla yazılmış bacacı cep telefonları gördüğüm çok oldu. Bir dükkânları olmadığı için mi, mesleki deformasyon mu, dibine bir felsefe oturtabileceğimiz bir meleke mi?
Ne anlattığını tam bilmiyorum, evrensel aşina kelimeler geçiyor içinde, onlar da yetiyor, Louise Attaque'dan 'Léa'yı tavsiye ediyorum şu an size. Fas'a gidenler için de, en iyi su 'Sidi Ali'...

Hiç yorum yok: