Çarşamba, Haziran 30, 2010

Cismi domestik

Bazı dolmuşlarda, bazı minübüslerde görüyorum. Şoför mahalline bir ev yaşantısı kurulmuş oluyor, aynanın etrafında sallananlar ne ki! Tüm ön cam ve ön konsol yuva... Türlü havlular, maskotlar, alengirli CD kapları, anahtarsız anahtarlıklar, çıkartmalar, hepsi neon ışıkların altında daha domestik bir mizansene dönüyor. Bazılarında televizyon, DVD oynatıcı açık oluyor hatta. Ben patatesleri soyarken televizyon da açık olsun gibi. Sesi bile yeter gibi. Kavrulan soğanın kokusu burnumuzda gibi. İş yerlerini evlerine benzetmeye çalışan insanlardan farklılar. Benzetmek değil, iş yerleri ev olsun istiyorlar.
Bazen gecenin ortalarında, uykudan tam kopamamış bilinç berraklığında bir başka görünüyor ev bana. Koltuğun üzerinde birikmiş gazetelerden o yamuk duran Taraf'ı çantamdan nasıl çıkardığımı, arasında kalan bir el ilanını hatırlıyorum. O bitik pil nasıl sehpadan yere düştü ve orada kaldı; o pil nasıl bitti, o tel toka nasıl sıkışmış duvarın dibine... Başka bir şey ararken üç sene önce not aldığım bir kağıt görünmüş aradan; koltuğun her zaman durduğu sağ açıdan bir miktar sola kaymasının nedenini, elimde toplanmış çamaşırlarla geçerken sağ dizimi çarpışımı hatırlıyorum. Sabaha yakın saatlerde tuvalete girmek için böldüğüm uyku, gözlerimi yarım açmama müsaade ederken bir göz daha açıyor, benim tarihimin eşyaları, benli tarihleriyle karşımda duruyorlar. Cisimleri kadar yer kaplıyor tarihleri uzayda; cisimlerini değil, onları görüyorum.
Sonra dönüp tekrar yatıyor, sabaha hiçbir şey hatırlamıyorum.

Pazar, Haziran 13, 2010

Anne ayaklarım yere değiyor

Annelerinin sesi ne kadar yüksek çıkıyorsa, genlerle aktarılmış göz rengi, ayak serçe parmağı eğriliği, sabah nemrutluğu gibi, çocuklarının ki de o kadar... Sahilden şemsiyeye doğru bağırıyorlar: "Anne ayaklarım yere değmiyor". Beş yaşında olanları var, sekiz yaşında olanları, simitli yüzeni, tek kollukla takılanı... Kendilerini yırtarak bağırıyorlar hayatlarının en büyük eşiğini. Bir günde kaç çocuk geçiyor o eşikten, bilir misiniz?

Kaldığımız yerde sekiz gün geçirmiş bir çiftin kadını, mekân sahibine dert yanıyordu giderayak: "Keşke odalara televizyon da koysaydınız..." Günü oda temizlemekle, patlıcan biber kızartmakla geçiren kadın usulca bir şey söylemiş olacak "En azından bazı odalara... Ekstra para da talep edebilirdiniz. İnsan akşamları yapacak bir şey bulamıyor. Televizyonun sesi yeter..." dedi. Yaşadığı şehirden bilmem kaç yüz kilometre direksiyon sallamışlar, bunun adına "tatil" demişler, Michael Jackson'un Jackson Five zamanı kadar yanmışlar, bir arzuları var, eksikliğini duydukları tek şey...

Sezen Aksu'yu ne çok seviyor tatil beldelerinin geceleri; televizyon değilse Sezen Aksu. Bir yandan o çalıyor, bir yandan karşılıklı susarak çekirdek çitliyor, kola içiyor şehir çiftleri. Sezen Aksu'yla problemim, Sezen Aksu'yu sevenlerden başlar. Bir sevme biçimi dayatırlar insana. Geçenlerde, bir iş çıkışı serviste billurlaştı cümlesi, porno endüstrisini hatırlatıyor bu matematik bana. Sezen Aksu dinlerken nasıl uyarılmanız gerektiği bellidir.

Tatildeyim, ayaklarım bazen yere değiyor, bazen değmiyor.