Cuma, Şubat 22, 2008

Uzaydan Türk tikleri


Yazmayı iki gün ertelemem işi elimde olmadan bir Laz fıkrasına çevirdi, bundan rahatsızım.
Amerikalıların bir yıldan biraz daha fazla bir süre önce fırlatıp da sonra karbüratörün meme yaptığı keşfedilince 'Ne olacak' diye kara kara düşündükleri uydu... İki tonluk alet yörüngeye oturmadığı için dünya üzerinde herhangi bir yere düşebilirdi. En mühimi de yakıt deposu...
Pentagon'un ta tepesine düşmesi ne iyi olurdu. Ama insanlığın akibeti üzerine iyi niyeti sağolsun Dalaylama'yla yarışan Bush, riski göze alamadığından 'Tez patlatıla' dedi. Füze vurmaya yarayan füzelerle patlattı da adamlar. Şimdi Pasifik'e 40 gün uydu parçası yağacak.
Mevzuyu Karadeniz sahilimize çeken ise, Rize'de iki köyde camilerden yapılan anonslarla milletin tepemize uydu yağacak diye galeyana gelmesi. Uydu fetvası hangi ara camilere yollandı bilmiyorum. Ama "Bir parça düşerse sakın dokunmayın" ek uyarısı, Pentagonla uzaktan yakından alakası olmadığını kanıtlayan bir önlem paketi. Lağımın denize aktığı yerde çimen çocuklara bir televizyon muhabiri 'Burada koli basili olduğunu bilmiyor musunuz?" diye sormuştu kaç sene evvel, "Abla kafamızı sokmuyoruz" demişti bizimkiler. Benzer bir tensel ilişki paradigması...
Bir yandan başka arızalar da var bu Rize'deki distopik senaryoda. Yine iki uçta savrulan bir haletiruhiye: Biri, "Bu kahpe dünyada birinin başına bir şey düşecekse, bizimdir" temelli ebedi bir mazlum ultrasonu. Diğer uçtaki de, "Kendini dünyanın merkezinde sanan Türk" tiki.
Japonların, Tokyo Üniversitesi pasolu Şiniçi Suzuki'nin önerisiyle yeni projesi de uzaydan dünyaya kağıt uçak atmak. Uluslararası Uzay İstasyonu'na gidecek bir Japon astronottan, eli boş olduğu bir an 100 tane kağıt uçak atmasını isteyecekler. Bu sonra hafiften de hafif uçakların yapımında faideli olacak bir malumat sağlayacakmış. Projenin tek bir defosu varmış, kağıt uçakların nereye düyeceğini bilmiyorlar. O yüzden de üzerlerine "Bu uçağı bulan lütfen Japonya'ya göndersin" yazacaklarmış.
Şimdi bu haber bir Posta'ya yahut Show TV'ye çıksın, posta masrafını Japonlar mı ödeyecek tartışması başlayacaktır Rize'nin birtakım kavelerinde. Adamlar emin, ama vallahi postaneye bile yürümezler...

(Ruslar Yuri Gagarin'i yollamadan evvel domuzlar üzerinde çalışmışlardı. Amerikalıların maymunlarla uğraştığı bilgisi gelmiştir tabii onlara. Fırlatmadan önce vücuduna elektrotlar bağlı domuza rahatlasın diye içirdikleri şey, her neyse de votka gibi duruyor. Diğer fotoğraflara da bakınız bence...)

Cumartesi, Şubat 16, 2008

Yerinde egzotizm


Farklı bölgelerde birkaç billboard'da bir çikolatanın ilanını gördüm. İç organlar hindistan cevizinden müteşekkil olduğundan, 'Bilmediğiniz yerlere gitmeyin, oturduğunuz yerden egzotizm' minvalinde bir slogan layık görülmüş. Sirkeci'de yahut Barboros Bulvarı'nda tropik ada hissiyatı garantileniyor. Üstelik de ne işimiz var bilmediğimiz yerlerde... Sadece yol parasından, yorgunluktan falan kurtarmıyor yani vaat, bilmediğimiz yerlerin riskinden de koruyor, kolluyor bizi parmak kadar çikolata. Güzel de; severim...
'Hadi gidin yiyin' diyemeyeceklerinden, yemezsek bir sevdiğimizi kaçırmakla tehdit edemediklerinden ve zaten hangi maksat için olursa olsun bir araya gelecek laf kombinasyonları fazlaca tükendiğinden sadece bu slogan üzerine sosyolojik, ideolojik çıkarımlarda bulunmak geç, çok geç... Böyleleşti işler, gittikçe de böyleleşecek.
Bırakın bilmediğim yerleri, bildiklerime bile gitmemin mümkünatı olmayan geçen çarşamba geçlerinde, biraz başka yerde gibi hissedebilmek, biraz da beynimi sabaha karşı online tutabilmek için, 60-70 tıklık bir 'sonraki blog' turu yaptım.
2007 Aralık kayıtlarına göre 112 milyon blog mevcut; bunun sanırım 60-70 milyonu blogspot kanatları altında. Yani tepedeki 'sonraki blog' tamamen kör bir uçuş demek; güzel...
Artık 37 dil girişi var blogspotun, yakın zamanda Arapça ve İbranice de hizmete girdi. Turum esnasında İspanyolca bilmediğime yandığım bloglar gördüm, ama nihayetinde diyeceğim şudur ki, taze anneler, babalar sapıtmış. Böyle bir istatistik var mı bilmiyorum, ama kişisel blogların yarısından fazlası, hamilelik notları, en vıcık olanı da yeni doğmuş çocuk için açılan bloglar... Her dilde, ama her dilde... Sarışın, esmer, kızıl çeşit çeşit bebek gördüm. Bebeğin ağzından ya da annenin ya da belirsiz bir ebeveyn jargonuyla yazılmış bloglar gördüm. Çoğunda fotoğraf net değil ya da korkunç kareler... Yeryüzünde sadece o çocuğun annesine, babasına, birkaç da akrabaya hoş gelebilecek kayıtlar... Fazla mı duvar makamından konuşuyorum, hormon şart mıdır yani bu küresel çıldırışı anlamak için?
Sonra ne olacak, kaç yaşına kadar yeni kayıt girilecek mesela? Çocuk okuma yazma öğrendiğinde 'Evlat, senin için zamanında şöyle bir hareket düşündük, buyur, sen de çocuğuna yaparsın ilerde' mi denecek? Çocuk olaya nasıl bakacak? Ergenlik gerginliklerinde o banyo fotoğraflarının böyle billboardlaşması yeni bir tür kuşak çatışması mı çıkaracak? Sevgiliye 'Bak bu bizimkilerin zamanında benim için açtıkları blog' diye adres mi maillenecek ilişkide evresi geldiğinde? Zaten çocukluk hatıraları çokça inşadır fotoğraflardan, ailesel sözlü edebiyatan... Böyle günü gününe kayıtlanmış bir yavru, sekiz aylıkken başından geçen bir olayı anlatığında kim onu durduracak? Ya da bir ucundan tutup kendisi mi devam edecek? Böylelikle hakikaten kişisel bloglar mı türeyecek...
Bilimsel bir neticeye varılmadığından ya da gerekli zaman geçmediğinden bilemediğimiz şeyler var. Kuyrukyağının kalbe zararları şüphe götürmez de, diyelim evde kablosuz internetin kalbe, beyne, dalağa etkisi bilinmiyor henüz.
Egzotik günler olacak...

Perşembe, Şubat 07, 2008

Radyo vakum


Güneşin sadece ampul hizmeti verdiği, apaydınlık ama buz gibi bir öğlen, iş yeri servisindeyim- benden başka iki kişi daha var sadece... Azlığımız, şoföre seçtiği radyo istasyonunu, paşa gönlüne göre ayarlama hakkını sunmuş. Kendi kulaklıklarımı takabilirim, ama bazen tiksindiğim bir ses, ne diyeceğimi bilemediğim bir fona oturuyorsa, elim gitmiyor.
Adını öğrenemediğim bir istasyonda, TRT tonlamalı bir spiker merhabalaşıyor biz dinleyicileriyle. Bizi özlediğinden, programının sponsoru olan elektrik süpürgesi firmasına ne kadar teşekkür etse az olacağından bahsediyor. Bir hafta boyunca programda şifreler verecekmiş, bunları biriktirip yollayana da o elektrik süpürgelerinden hediye edilecekmiş. TRT'nin hâlâ dolmakalem seti verdiği yarışmaları mevcut.
Spiker sonra elektrik süpürgesinin özelliklerini saymaya başlıyor. Kaç cümle gidebilir ki! Emiş gücünü, kaç ayrı ucu olduğunu, hortum boyunu veriyor, ama bitmiyor. Hayatında hiç elektrik süpürgesi görmemiş bir orman insanına, hatta bir uzaylıya anlatır gibi gelerek bana, süpürgeyi anlatıyor. Hortumdan havanın nasıl emildiğini, nasıl bir yerde toplandığını... Bitmiyor, bitemiyor, şoför ellemiyor. Kadın bütün bunları o kadar seviyeli bir diksiyon ve öyle ağırbaşlı bir samimiyetle yapıyor, öyle hipnotik detaylara giriyor ki büyülenmiş gibiyiz. Gerçekten... Kaç dakika sürdüğünden emin değilim.
Spiker, bol efenimli bir sunuşla yanındaki profesöre dönüyor sonra, kültür hayatımızda hamamların yeri ve önemi konuşulacak. Prof, yanda elektrik süpürgesinden sırasını beklemekteymiş.
O şifreleri biriktiren ev kadınları, o programı yapan kadının ilikli hırka düğmeleri, hanımına radyonun 'kaçtan' çıktığını yazdıran o profesör, biz Haşim İşçan Geçidi'nden çıkarken bu radyoda kalmaya karar veren şoförün gece terlikleri, arkamda oturan o iki kişinin çantalarındaki eşantiyon kolonyalı mendiller belki...
Güneşten mi, ışıktan mı, gelene kadar yanak kızartıcı soğuktan mı, o günün pisliğinden mi, atılabilir bir kağıt haznede toplamış oluyorum hepsini.
Şimdiye kadar bilmeden elektrik süpürgesine çektiklerimi merak ediyorum.