Pazartesi, Ocak 29, 2007

Ceffelkalem


Seni çok ihmal etmişim be Hafakan! En son gelişim perşembeymiş, o zaman başka bir haftaymış; amaan, bir sene 52 haftaya bölünmeseymiş, ne olurmuş be Hafakan! Salatalara limonlar sıkılmış, gazetelerin pazar ilavelerine bıyıklar çizilmiş, öztürkçe sözlüklerden kelime ayıklanıp gülünmüş, bir şey olmuş, bir şey olmamış, bir durulmuş...
Tehlikleli oyunlar oynamış oluyor insan; zaten bacak kadarsın, 38 kere arka arkaya hiç düşünmeden "saat" diyorsun mesela, saat oluyor sana bir ucube... Kim demişse, "hiçbir düşünmemek mümkün değildir"miş, "zaten o esnada düşünmediğini düşünürsün"müş, sonra hiçbir şey düşünmeden durmaya çalışan bir kız çocukluğu çıkarmış gerinde. O becerebildiğini sanırmış. Bir de sen bilirsin, çocuklar neden denize taş atmayı sever be Hafakan?
İçi dışına çıkmış oluyor insanın, da yine de safra kesesini eliyle koyduğu gibi bulamıyor. Üç beş sene evvel, Japonya açıklarında bir adanın yerinin dünya haritalarında 7 santim yanlış olduğu çıkmıştı, bunu sana demiş miydim? İçime su serpilmişti, bilmediğimiz bir şeyler hâlâ var diye. Bilmediğimiz şeyler var mı hâlâ safra keselerimize dair mesela, ya da safra kesem ne kadar benim? Başka bir insana takılsa da çalışıyor mu bu meret?
Fazla kriptik mi oldu, sen anlarsın be Hafakan! Bak Brazzaville çalıyor, Nekropsi başka bir makamdan çok çaldı; perşembeden beri çok şarkı geçildi, senin de seveceğin şeyler... Başlığı öztürkçe sözlükten seçtim; "düşünmeden"in karşılığında yazıyordu. Buralardayım, taş sektirmeye gitmişimdir en fazla; basmadan da gelirim.

Perşembe, Ocak 25, 2007

Tenhaların meşeleri


"Konyağın nasıl ortaya çıktığını herkes bilmez. Konyak yapmak için dört şeye ihtiyacınız vardır: Şarap, güneş, meşe ve zaman. Ve bunlara ek olarak, her sanatta olduğu gibi, damak tadınız olmalı. Gerisi kendiliğinden gelir.
Sonbaharda, bağbozumundan sonra üzümden alkol yapılır. Bu alkol fıçılara dökülür. Fıçılar meşeden olmalıdır. Konyağın tüm sırrı, meşe ağacının halkalarında gizlidir. Meşe büyür ve güneşi içinde toplar. Kehribar nasıl denizin dibine yerleşirse, güneş de meşenin halkalarına aynı şekilde yerleşir. Bu onlarca yıl alan, uzun bir süreçtir. Genç meşeden yapılan bir fıçı, iyi konyak üretemeyecektir. Meşe büyür; kütüğü gümüşîye dönüşür. Meşe dolgunlaşır; ağacı güçlenir, renklenir ve rahiyalanır. Her meşe iyi konyak yapmaz. En iyi konyağı tenha yerlerde, kuru toprakta tek başına büyüyen meşeler yapar. Böyle meşeler güneşin tadını çıkarırlar. İçlerindeki güneş, bir arı kovanındaki bal kadar çoktur."
Moskova'dan, Tanzimat tiyatrosu üzerine tez yazmış Sergey'in havaalanında karşılayacağı, elimdeki kitaba bakıp, "güzel adam" diyeceği, iki gün boyunca anlattığı şehir ve tarih efsaneleriyle en turistik rotaları egsantrik hale getireceği, St. Petersburg'a, Leningrad'a, St. Petersburg'a uçarken, "İmparatorluk"tan şu bölümün yanına bir yıldız koymuşum.
Ryszard Kapuscinski de gitti.

Pazartesi, Ocak 22, 2007

Fabrika ayarlarına geri dön

Ağlak ve de esrik hallerden imtina etmekle birlikte, bu ülkede, bu gezegende gittikçe daha fazla kendimi "yok" gibi, "görünmez" gibi hissettiğimi yazmak istedim. Ne attığım oyun bir karşılığı var, yükseltsem sesim bir şeyi değiştirmiyor, alçağı zaten hak getire; ne sokakta laf atana ettiğim küfrün hükmü var, ne evde televizyona bakarken salladıklarımın haliyle. Koşmasam yaya geçidinde ezerler. Ne tutsam elimde kalıyor, hiç beklemediğim yerlerinden bel verip kırılıyor; karşılığım yok, tezahürüm yok, temsiliyetim yok, inancım olmadığı için gücüm yok.
Birinci tekil şahıstan kursam da, köşelerde birbirimizi avuttuğumuz üçer beşer kişiyle topluca yok oluyoruz sanki, azalıyoruz, azınlıklaşıyoruz. Hissim buysa, en azından bir miktar hakikattir.
Kofti bölümlerinden biri olduğu için detay hatırlamıyorum, ama bir X Files'da görünmez olup birtakım haltlar yiyen bir adamın hikâyesi vardı. Adam "görünmez" olmayı becermiş, ama yanılgısı kendini "yok" sanmak... Karşıdan karşıya geçerken koşmadığı için yol kenarında görünmez bir ceset buluyorlar. Bir miktar hakikat vardır belki diye ekledim...

Cumartesi, Ocak 20, 2007

---

-Vladimir: Gidelim mi?
-Estragon: Gidelim...

Perşembe, Ocak 18, 2007

Namüsait bir yer


-Vladimir: Gidelim mi?
-Estragon: Gidelim...

Böyle bir numara çekilebildiğini, böyle bir servis olduğunu bilmiyordum. Bindiğim taksi şoförü durak arkadaşlarıyla cep telefonları üzerinden bir telsiz hattı kurmuş. Bildiğimiz cep telefonunu telsiz olarak kullanınca bütün jargon değişiyor tabii. "34'ten merkeze, tamam". Merkezden cevap geliyor: "Dinlemedeyim 34". Bizimki "Merkez, 46 kapalı" diyor. "Anlaşılmadı, tamam"/ "Merkez, 46 kapalı"/ "34, anlaşılmadı"/ "46 kapalı diyorum tamam" Merkezin de bir istiap haddi var: "Ya ne diyorsun Gürsel Abi ya!!"
Bir başka taksi seferi... Yeşil, geçit verir gibiyken, yetişemiyoruz, kırmızı ışıkta duruyoruz acımsı bir frenle. 90 saniye saymaya başlıyor, 89, 88, 87, ben bir şeylere dalmışken, zamanı geliyor ve hareket ediyoruz. "O 90 saniye hiç bitmeyecek gibi geldi" diyor şoför, ben o aralıkta nerelere daldıysam, "Abi öyle deme ömrümüzden gidiyor" diyorum. Bir an düşünüp, "Doğru dedin" diyor. Müsait bir yere kadar bir daha konuşmuyoruz zaten...
İş yeri servisinin saati gelsin diye bekliyorum.
Hissen başka bir taksi şoförüne daha yakınım.
Gündüz açsa bile taksimetrede yazana cebimdekinin yetmeyeceği yerlere gitmek istiyorum.
Siz bu satırları okurken ben uzakta olacağım,
mamafih yazarken de uzaktaydım.
Kıpırdamazlar.

Pazartesi, Ocak 15, 2007

Game over bir nevi


Kuzenimin oğlu, beş yaşında falandı o zaman, resim defterine bakıyordum. Her sayfada elinde haç modeli kılıçlar olan çöpten adamlar, başka bir mizasende savaşıyordu. Arkada dağlar, ağaçlar, önde iki çöpten adam taburu birbirine girmiş... Arkada apartmanlar, bacadan dumanlar çıkıyor, ağaçlar, önde yine tahta kılıçlar konuşuyor. Neden savaştıklarını sorunca, mevzuyu değiştiriyor, top çeviriyor. Belli ki o kısmıyla pek ilgilenmemiş ya da bir nedeni olması gerektiğini düşünmüyor. Defterin sadece bir sayfasında başka ekol bir resim var. Devasa ağzı elips kafasının tepesinde olan, gerisi insan simülasyonu bir yaratık. Sayfanın sağ alt köşesine de, bildiğimiz sayaç rakam karakteriyle 870689 gibi bir rakam koymuş. "Bu ne?" diye sordum, "Canavarın kaç canı kaldığını gösteriyor" dedi.
Maçka Parkı'nın, bahçe lambaları ve civardaki yaprak dökmeyen bir iki ağacın arkasında iyi pozisyon alırsanız Gökkafes'i görmediğiniz kafelerinden biri garsonlarının sağ göğüslerine yanar döner ışıklı bir şey astırmış. Sipariş almaya geldiklerinde, bildiğimiz o sayaç fontlarıyla müessesenin adı akıyor soldan sağa, ne gerekse. Ama aletler uzaktan sanki garsonların kaç canı olduğu gösteriyor. "Pili ne kadar gidiyor bunların" diye sordum, "Bir günü çıkarıyor" dedi çocuk.
Şimdi kaldırdılar galiba, Kadıköy'de iskeleden Boğa'ya çıkarken sağdaki caminin böyle ışıklı bir panosu vardı kapısının üzerinde. Bir gece üç buçuk suları, siyah zeminde soldan sağa "Allah bir kulunun canını almak istediğinde..." diye başlayan bir hadis geçiyordu, o bildiğimiz sayaç fontlarıyla. Bir de alkollüyüz...
Başka bir vakit "can" kelimesini bir arkadaşa İngilizce anlatamadığımı hatırladım bir de; olmuyor.

Cumartesi, Ocak 13, 2007

Ek-si-bir


Kaybolmuşum.
Kendimi evin penceresinin önünde buldum; duruyordum. Eksi 1 evlerinden ufuk görünmez, ama ne artı 5'ler gördüm, hiçbir şeyin görünmediği...
1) Siyah boyalı ahşap bir sandalye: Her ağacın altında kuru whiskas bulmaktan bıyıkları havada dolaşan mahalle kedilerinden biri devirmiş, yerde şu an. Sandalyenin siciline bakınca, Bostancı'daki eve uzanıyor ki, on seneyi çoktan geçmiş benimle tarihi. Bir de öncesi var. Karşı dairemizde tek başına yaşayan bir teyze vardı; kadıncağızın suratıyla aynı anda, horozlu saati aklımda. Her saniyede gerdan kıran horozlu saatlerden. Çok uzun bakardım ona. Onun evine gitmeyi severdim, şekli şemali tıpa tıp aynı olan apartman dairelerinin farklı eşyalarla, kolonyayla beyaz sabun arasındaki o farklı yaşlı kokusuyla nasıl başka bir yere dönüşebildiğini görmek tuhaf gelirdi. Öldüğünde çocukları eşyaları dağıtıyorlardı, bu sandalyeyi kapıya mı koymuşlardı?
2) İncir ağacında battaniye: Yabani incirin yaprakları döküldüğünde iyice ortaya çıktı, yaz başında kim bilir hangi dairenin çamaşır iplerinden kendini kurtarıp da dallar arasına asılan o battaniye. Çıplak ağaçta, ibreti alem için tutulan bir idamlık gibi görünüyor, yağmurlarda rengi değişiyor, ağırlaştıkça dalları aşağı çekiyor, mahallenin bütün battaniyelerinin rüyasına giriyor.
3) Sağ kolum kadar bir dal parçası: Çitlembikten mi, incirden mi, tanımıyorum onu.
4) Gemici feneri: Hayatında hiç açık deniz görmemiş, odaları ya da bahçeyi aydınlatan bir fener. Dışarıda durmaktan paslandı biraz, yaşlılık ona yakıştı.
5) Kurumuş fesleğen: Mıncıklanmayı seven bir bitki, ilk aldığımda o kadar sıktı ki yaprakları, gözümü kapatıp tuttuğumda başka bir şey gibi gelebiliyordu. Yapraklarından yemişliğim de var ayıptır söylemesi. Mıncıklanmayı seviyordu...
(Rakım Nina Simone, an itibarıyla "Don't Smoke in Bed", fotoğraf yaz vakitlerinden)

Çarşamba, Ocak 10, 2007

Eski aylar


E, ben de Nasreddin Hoca fıkrası okudum tabii... Ömer Seyfettin zamanları -ki bu ayrı bir başlık-, kapağında eşeğine ters oturmuş hocanın yanaklarını bile hatırlıyorum; okutmuşlardı. Ben en çok "Eski ayları ne yaparlar Hoca'yı" seviyordum. Haiku tadında: "Kırpıp kırpıp yıldız yaparlar". Burada komikliği nerede arayacağımı hiç bilememiştim, o kadar akla yatkın geldiğinden belki.
Eski defterlere bakıyorum; boy boylar, renk renk kalemlerle yazılmışlar. Eski eşantiyon ajandalar, kalın kapaklı afili defterler, kapağında yarış arabası olan lise defterleri... On yedi sene evvel yazdıklarını unutuyor insan, kaldi ki yedi sene evvelinden de bu neremden çıktı diye sorduğum tarih üstü dökümler... İç dökümü mahiyetindekiler hissen anımsanıyor da, o yarıda kalmış hikayeler, sayfalarca sürmüşleri, başlığı bile atılmış olanları, bunları ben mi yazdım diyebiliyorum.
Sabah cep telefonunun alarmını 10 dakika sonraya ayarlamaya çalışırken, sağ baş parmağım "tamam" tuşunda, o an sırtımdan vurulmuşum gibi uyuyakalmışım. Yine berrak bir rüyayla koşturdum tabii ki işe. Peki hatırlamadıklarım, onlar nerede?
Neredeler, atılmamış defterler vasıtasıyla muhasebesini yapamadığım, kafamın içine mermi gibi girip de yazmaya üşendiklerim, düşündüğümü bile unuttuklarım? Bir bulut olup atmosferi mi aşıyorlar görülmüş de hiç hatırlanmamış rüyalarla birlikte? O bulut geri dönüyor mu sonra bana, dönecek mi? Gittiler mi, hiç gelmemişler gibi? Evrende bir şey kaybolur mu?
Aldığım bir cevap var; ama bir daha söyle, eski aylar ne olur Hoca?

Pazartesi, Ocak 08, 2007

Arka masadan "pastoral aksiyon"

"Kaç dakika olacağını şu an bilemem, ama kısa. ...Orman, gündüz; çok uzak olmasın, ama çevrede çay bahçesi, süs havuzu, kendin pişir, kendin ye'ci istemiyorum. ...Tamam, ama yakında yerleşim olmasın. Bir kere bir hayvanat bahçesinde çekim yapıyoruz, bir baktım yanda bir apartman, kadın camdan bizi seyrediyor. Tamam kadın şimdi kamera görmüş bakıyor da, bunlar gece nasıl uyuyor? Dışarıdan aslan kükremesi, su aygırı böğürmesi, lama tepişmesi duyulan bir apartman dairesi. Bayağı, Coşkun Apartmanı, numara 24 gibi. Neyse kafam dağıldı. Prodüksiyon amiri nerede? ...Bilemem. Piknik sahnesi olacak, gerçek yiyecek bir şeyler getirsin, sonra atıştırırız. Sucuk getirsin, sucuk... 19. yüzyılda sucuk var mıydı? Film o zaman geçecek. ...Öyle işte. Bir de balta. ...Adamın kıyafetleri hazır mı? ...İyi. ...Yok, filmde diyalog yok zaten! ...Yapılmamış bir şey: Pastoral aksiyon. ...İyi di mi? ...Google'a baktım, bir tane bile bir şey yok. ...Herhalde yani, baltayı bir kere gösterince mutlaka kullanacaksın filmde. ...Yok, kadın girişecek. Birden. ...Seyircinin her şeyi bilmesi şart değil, var tabii bir nedeni. Güzel tozutabilir mi bulduğun kız? ...İyi, bu gece biraz daha düşüneyim, yarın erkenden haberleşelim o zaman. ...Tamam."

Cuma, Ocak 05, 2007

Plazalarda kuş ölümleri


Güneş sisteminde muayyen bir dizilme, bulut ve gün ışığında zahir bir denkleşme neticesinde plazalar görünmez olur. Topraktan bitmiş dev bir aynaya, içindeki yığınların kafalarını çevirirlerse gördükleri yerden bakıldığında, kafalarını çevirirlerse gördükleri gökyüzü dilimini yansıtan bir dev aynasına dönüşürler. Plazaların güvenlik görevlileri bahçeden kuş ölüleri toplar bazen, uçarken plazalara çarparak ölen kuşlar... İçeridekiler pek bir şey duymaz.
Bazı arabaların aynalarında yazar: Aynada gördüğünüz cisimler, göründüklerinden daha yakındırlar. Ruh sisteminde muayyen denkleşmelere göre çek çekebildiğin yere... Arkada bıraktıkların mı, peşinden gelen mi, şu cümlenin başında yanında olup da, soru işaretine yakınlaştıkça beş metre geriye düşen mi? Yakın ne, uzak ne?
Otoyol kenarındaki bir plazadan yazılan bu satırlara Helldorado'dan "Killer On the Highway" denk düştü, ben bir şey yapmadım. Yukarıdaki fotoğrafı Dimitri Sokolenko 2003'te çekmiş, yazdıktan sonra karşıma çıktı; ayrıca korktum. Ayna ne?

Çarşamba, Ocak 03, 2007

Siz miyiz?


Bir düğün müydü, doğum günü müydü, nasıl bir toplaşmaydı tam hatırlamıyorum, ama farklı yerlerden insanların aynı vesileyle 'oraya' geldikleri bir akşamdı. Tanıdıklar, az tanıdıklar, hiç tanımadıklar... İlerde, dans pistinin öbür tarafındaki masada oturanlardan biriyle göz göze geldim, aynı anda "Aaa" diye ayağa kalktık; ilişkinin menşeini o an koordinatlayamadıysam da, bildiğim bir insan, yürüyorum, bir adım, bir adım daha, ama ben bu insanı tanımıyorum! Bir adım ve daha sonrakinde, karşımdaki gülen yüze de mütereddit bir dalga yayılıyor, bir adım daha atıyor, bu adam da beni tanımıyor! Fakat ikimiz de geri dönemiyoruz; birkaç adım daha, dans pistinin ortasında buluşuyoruz, tokalaşıyoruz, mecburen "sen" makamından: "Nasılsın?", "Normal... Sen?", "Fena değil işte", bir sessizlik, "Ben şu masadayım", "Ben de şurada", geri dönüyoruz.
Kuaförlerde bazı kadınlar daha kapıdan girerken "sen" oluyor, ama aynı adam çırağına "Metin Bey, buraya bir çay" diye bağırıyor. Samimi miyiz, değil miyiz?
Lastfm'de "komşu radyosunu" dinliyorum. Bu aygıt benim dinlediklerime benzer şeyler dinleyen 100 kişiyi komşum yapıyor. İstersem dünya üzerideki komşularımın o an dinlediklerinden derleme bir radyo kurabiliyorum kendime. Bazen öyle güzel şeyler arka arkaya geliyor ki, kim bilir Ekvator'dan biri odasında mı bunu dinliyor, Moskova'da saat kaç, kim güne başlarken bu şarkıyı seçti, inci gibi diziliyorlar. Kimdir mesela şu an Einstürzende Neubauten'dan "Silence is Sexy"i dinleyen, aralarda birlikte sessizliği dinlediğimiz? Size sen demek istiyorum.

Pazartesi, Ocak 01, 2007

Süzgeçin üstü


- Şişmanlığından kaldırımla bir araba lastiği arasına sıkışmış, siyah- beyaz bir kedi...
- "Bu akşam bir balo yok mu? Evde mi oturacaksın tek başına" diyen babam...
- "Şu bizim Civciv değil mi?", "Aa bak Kostarika da var" ve benzeri cümlelerle, oyucunlarının hepsinin şu an farklı mezarlıklarda yattığı bir Türk filmini izleyen iki enişte...
- Bir saatçi parmakları çapındaki anne zeytinyağlı sarmaları...
- Akşam saatleri birer parfüm bulutu olarak yanımdan geçen kadınlar...
- Anlaştığı yeni iş yerinden avans isterken gereksizce "Biraz durumum sıkışık da; kızıma bir Noel çamı bile alamadım", sonra da "en azından yılbaşı ağacı deseydim tüh" diyen arkadaşı hatırlayış...
- Funny Swiss Band'den "Wicked Game"...