Çarşamba, Ağustos 27, 2008

Havaş'a binesim var çok fena

Bu yazıyı yazmaya başladığımda daha saat 12 olmamıştı, kayıtlara çarşamba olarak geçiyordu; kim bilir bittiğinde saat kaç olacak. Daha şu anda 01:45.
Greenwich'e göre manasız bir yerdeyim yani. Bu yazının meridyeni neresinden geçiyor?
Bir süredir canım saat farkı çekiyor. İstikameti bilmiyorum ama batıya gitmesi hep zevkli. İndiğiniz yerde saati geri almak kadar şahane bir şey var mı hayatta? Zaten sayılı gün... Dönüşte varsın Yeşilköy'den başlanarak yensin bütün günüm.
Uzun bir uçak yolculuğunda, binmezden az evvel yediğim klima rüzgârıyla ateşimin çıktığını, çekik gözlü hostes ablaların verdiği ilaçla sıkı bir uyku çektiğimi, yemek saatini çoktan kaçırmama rağmen bir anne, bir sevgili özeniyle aynı hostesin bana yemek getirdiğini hatırlıyorum. İstanbul'a indiğimde bayağı iyiydim, aradan 12 saat geçmişti. İnsanın saatini birden 12 saat ileri atması ne tuhaf...
Küçükken dünya üzerindeki bütün saatlerin aynı anda aynı rakamı gösterdiğini sanırdım. Ama buna da inanamazdım. Benimki genelde 4 dakika ileridir; buna alıştım. Ama tasarruf saikiyle saatler ileri alındığında değiştirmeyip kaç ay eski usule aritmetik yapan tanıdıklarım olmuştu.
Saatle oynayabilmek ne kadar inanılmaz. Sadece bu yüzden gezesi geliyor insanın...
Ama doğu-batı istikameti arzulanan hissi veriyor. Sekiz saat uçup da kolumuzdaki saat doğru olarak inmekte bir eksiklik var.
Önünden neredeyse hemen hemen her gün geçiyorum, etkisi bitmiyor, Havaş otobüslerini görünce içimde bir şey oluyor. Yaz sıcağında binip klimasıyla üşümeyi, çantamı yan koltuğa koyup da düşmesin diye fren kollamayı, biletimin orasını burasını okumayı ve dış hatlarda inmeyi özlüyorum.
Aşağıdaki saate bakmayın; şu an 02:19, perşembe.

Salı, Ağustos 19, 2008

Kese kağıdı evreni

Lafın yine sineklere gelmesi benim elimde değil, yazmaya başlarken yanıma aldığım kırmızı eriklerden birini ısırınca, mevzuya girme istikametim birden değişiverdi. Meyve sineklerinden ürküyorum. Tanımlı hayvan korkuları yüzünden hiç değil, ne olabilir, ne yapabilir ki... Ama pazardan güzellerini elinizle seçtiğiniz eriklerin ortasından, diyelim bir hafta on gün sonra fırlayıveren bir başka canlıdan, bir kese kağıdının daha büyükleri tarafından kapsanmış küçük bir evrene dönüşmesinden ürküyorum. Bir şeftalinin için için bozulmaya başlamasının, çürümesinin, ölmesinin öncesinde, çekirdeğinden yeni bir şeftali yaratmadan çok çok önce, küçük bir sineğe rahim olmasına şaşırıyorum.
İçten içe olan her şeyde böyle ürküntü verici bir yan var. İçten içe gerinen fay hatlarında, içten içe köpüren bitkisel hayattaki yanardağlarda, içten içe çatlayan duvarlarda, içten içe ölen asırlık kavaklarda, içten içe kansere kesen hücrelerde hep böyle bir yan var. Bilemiyorsunuz, anlamıyorsunuz. Bir gün kendi işaretiyle geçmişini döküyor önünüze, meğer bir müddettir neler olmaktaymış diyorsunuz. Doğa kendini aynı yöntemle yapıyor, içten içe. Ama doğal, toplumsal ve kişisel afetler de tıpkısının aynısı... Ürküyorsunuz.
Dün iş münasebetiyle telefonda gayet düzeyli konuştuğumuz biri, yapması gereken bir şeyi neden yapamadığını açıkladı: Yemekten sonra bana bir ağırlık çöktü... Bu cümle öncesi sinirliydim, çünkü o yüzden benim işim aksıyordu. Bunu duydum, çözüldüm. Yemekten sonra çöken o ağırlığı bilmiyorsam, bunu anlamayacaksam zaten yuhtu bana. Bu bir doğa kanunuydu.
Bilhassa içten içe içimizde dönenlerden korkarım.
Bir de meyve sinekleri üzerinde yapılan kanser deneylerini anlamam hiç...

Pazar, Ağustos 10, 2008

Maskeli kahraman iyidir

Bir iki gün evvel Edirne'nin Menziliahır mahallesinde 'uçan adam' söylentileri üzerine mevlit okutulması haberi farklı rüzgarlarla savurdu beni. Duymayan var mı? Minare boyu zıplayan bir adam görüyormuş mahalleli bir süredir; korkuyor, alamete isim vermekten imtina ediyormuş. Ne yapmışlar, mevlit okutmuşlar.
Uçan adam deyince benim aklıma en önce 'Kilink Uçan Adama Karşı' geliyor. Yönetmen Yılmaz Atadeniz, sonradan Kilink'i 'canilerle' karşı karşıya getirecek olan Çetin İnanç o zaman asistanı... İnanç, 'Jet Rejisör'de anlatmıştı bu tür filmlerde adamların nasıl uçurulduğunu. Arkaya mavi karton; pelerin farz, vantilatörle gerekli havalandırma efekti veriliyor, inandırıcılık uçmakta olan şahsa bağlı. Sonra havadan bir İstanbul görüntüsü üzerine iki negatif birlikte basılıyor. Bu, başka tür bir 'uçan adam' olan İnanç'tan dinlediğim en 'normal' hikâye... Ama şu aforizmayı da anmadan geçemem: Maskeli kahraman iyidir.
Neden iyidir? Alttaki Cüneyt Arkın mı, amca oğlu mu kimse farketmez. Kaldı ki prodüksiyon amirini bu yöntemle esas oğlan yaptığı filmler var. Onun dışında maske tabii iyi, gizem garantili, tesir katmerli...
Menziliahır mahallesini, asmaaltı kahvesini başka bir vesileyle hatırlıyorum. Dört beş sene önceye denk düşen üç kişilik, Kakava zamanı Edirne seferimizin bir safhasını, Unkapanı'nda iki albümünü bularak sözlerdeki absürtlüğüne hayran olduğum 'Kurbağa Metin'i bulmaya ayırmıştık. Bulduk da... Kurbağa Metin Menziliahır'dandı... İlgimize önce şaşırdı, sonra teslim oldu, eve koşup bir tomar yeni sözlerle döndü. Mahallede müziyen olmayan zaten az, enstrümanını kapan uğrayınca, kahvede üç demlik çay ve kapalı gişe bir konserle sarhoş olmuştuk. Bir de bize gösterdikleri VCD hafızamda... Bir diskoda, dumanlı mumanlı efektlerle çekilmiş, Roman pop derlemesi; made in Bulgaria... Sade VCD değil, günün tamamı kemiksiz fantastikti.
Gördükleri uçan adam maskeli miydi acep?