Salı, Temmuz 24, 2007

Zâhirî google earth

Ben bizzat görmedim, ama görmediğime vahlandım. Malumunuz sıcaklar yüzünden yapılan 'sokaktaki adam' röportajlarından birinde 'Kuzey Afrika sıcakları geliyor, ne yapacaksınız' sorusuna herkes kendince hayıflanırken, biri diyor ki "Kuzey Afrikalılar ne yapıyorsa onu yapıcaz!"
Ne yapacağız? Kuzey Afrikalıları yaptığını mı, Güney Amerikalılarınkini mi? Memleket ahvali bunaltıcı; şehirlerin meydanlarına çökmüş o beyaz sıcak bulutu, bir anda denizden, derelerden, elimizdeki çay fincanlarından, nefeslerimizden yükselen su buharı duvarı gibi bir şey tepemizde.
Tarihine baktım, tam 20 gün önce Anadolu Ajansı'nın geçtiği iki haber gazetelerin müteakip sayfalarında kullanılmıştı. Biri "Uzaydan görülen ay-yıldızlar artıyor."
Google Earth'ten görünen Cizre'de, Ankara, Samsun, Elazığ, Yozgat ve Kıbrıs'ta, dağa taşa, ormanlık alana kazınmış boy boy bayraklar bunlar... Birtakım laflar da var, nasıl bir azimle kazındıysa uzaydan görünüyorlar işte.
Hemen bir iki sayfa sonrasında da "Havadan gelen dava" diye bir haber... Diyarbakır'da bir köyde tarlayı sürerken çiftçiler birtakım şekiller işlemişler güya, 'terör örgütünü simgeleyen' işaretlermiş bunlar, uçakta bir yolcu farkedip, iner inmez de ihbar etmiş. Baba oğulu gözaltına almışlar. O yolcunun işgüzarlığı dışında, işlendiği iddia edilen şekli bile kavrayamıyor insan, renkten gitse daha kolay, yıldız orak çekiç mi yapmışlar, ne? Uzaylıların ekin çemberleri gibi... Gerçek orada bir yerde...
"Kuzey Afrikalılar ne yapıyorsa onu yapıcaz!" soğukkanlılığına erişebilmek için, az biraz yukardan bakma gayreti yüzünden bu sayıklama. Lakin anladım ki beyhude...

Pazar, Temmuz 15, 2007

Eşyanın tabiatı


Atılmasına hükmün verildiği, ama tam olarak nereye atılacağı bilinemeyen kanapeler, çoğu kez geceye dahil olan vakitlerde sokağın köşesine yahut hiçbir apartmanın önüne denk gelmeyen bir boşluğa bırakılır. Kol koyma yerleri beş ton koyulaşmış, minderler artık tandır ekmeğine yakın, irili ufaklı lekeler kataloğu, yayları çıktı çıkacak, alttan süngerler görünüyor ya da, o kanapede neler yaşanmışsa artık, onun abidesi gibi durur öyle. Beni rahatsız ederler. İrice bir çöp oldukları için değil, göz zevkimi bozdukları için değil, ağır gelirler sadece. Çöp arabası erken geçsin, adamlar küfrederek tez elden parçalasınlar isterim.
Başkalarının kanapelerini severim. Çünkü başkalarının evlerini severim. Sokakta yürürken birinci katların, giriş dairelerinin aralık tülleri arasından eşyaları, ışığı; canlıları ve cansızları çarçabuk emen bir bakış çalmanın röntgencilik sınırına dahli ihtimalini pek güzel kılıfına uydururum.
Eşyların tarihlerini severim. Bir fikir uçuşması olarak kaldı, altından kalkamayacağımı anlayarak vazgeçtim: Kendi evimdeki, en azından bir odadaki eşyaların tarihlerini yazacaktım bir bir. Üşenmeden. Bu eve girişinden önce tarihleri başlayan çok şey var. Canlıların tarihlerinin, en iyi cansızlar üzerinden anlatılabileceğine inanmışım demek o gece. Şimdi yine güzel geldi ya bu prematüre proje...
Başkalarının kontenjanından, çoğunlukla sahibi de aynı etkiyi yarattığından, bana özellikle iyi gelen evler vardır. Çok severim öyle evlerde uyumayı. Uyumak deyince gece uykusu değil reçetemdeki. O evde ben yokmuşum gibi hayat akarken, belki pencere açık, mahallenin kedileri/ martıları/ çocukları, belki radyo sevdiğim/ sevmediğim bir istasyonda, belki telefonlar çalıyor, hayat bensizmişim gibi akıyor.
Çok severim başkalarının kütüphanelerinden, edinmiş olmayı isteyebileceğim bir kitabı yerinden çekip, kanapeye uzanmayı. Başkalarının tuvalet aynalarını, buzdolaplarını, CD raflarını severim. Sahipleri de bana iyi gelen insanların evleri bana iyi gelir.
Şehir merkezinin az dışındakı otobüs duraklarında, sokağa bırakılmış eski kanapeler görmüşlüğüm, bir değil, iki değildir. Kim getirmiştir üşenmeden yeni yerlerine? Onların artık bir sahibi var gibi düşündüğumden mi, iki otobüs kaçırabilirim o duraklarda. Cansız tarihinin akmakta olduğuna beni ikna ettikleri için belki. Belki de başka bir şey.

Pazartesi, Temmuz 09, 2007

Kabak çiçeği zamanlaması


Ben klavyeye bakarak yazanlardanım; altı parmak... İnsan klavyeyle nasıl yazabiliyor, parmaklar nasıl yerini buluyor yabancılaşmasına kadar açılmışım denizde; klavyesiz, tuzlu, deniz börülceli, yuvarlacık çakıllı bir zaman dilimine, yıllık iznimin bir bölümüne o kadar kaptırmışım yani kendimi.
Döndüm de dönemedim; teşhisi diploma gerektirmeyen post-tatil ruh çöküntüsü işte. Gerçek bir karın ağrısı kılığında beliren bu evreyi önemsizleştirmek, geçmesini beklemek, bir hastalığın kaynağı stres çıkınca rahatlamak gibi. Ha, strestense tamam o zaman. İş yerinde tatil sırasını savanlar da, "o" günü bekleyenler de tende güneş iziyle kendini gösteren bir hastalığa yakalanmışım gibi, "Geçer" der gibi bakıyorlar yüzüme. Bilgisayarımın şifresi, masamda üç beş kitabın yeri değişmiş, bir de çalışanların dörtte biri işten atılmış ben yokken. Bu kadar yani, üç güne kalmaz "geçecek" zaten, tenimin rengi açılmaya başlayacak, üzerimden atacağım o yüksek ateş sonrası yorgunluğuna benzer tatil canlanmasını. Beni de atsalardı, al sana tatil mi olacaktı, değil mi, paşa gönlün ne kadar çekerse...
Yaşını başını almış bir iğde ağcının canavarlaşmış kollarının, hormon zerkedilmiş gibi coşan birkaç asma köküyle yekvücut olduğu bir çardağın altında, güllü goblenlerle kaplı bir sedirde, uykuyla uyanıklık arasındaki farkı pek kollamadan geçti çok zaman. İşte öyle bir öğleden sonra, arkada dal kıpraşmaları tavla zarlarının sesini, çakıl ezme hırsından azade poyraz dalgaları menapozlu kadın kahkahalarını yumuşatıyor, ben yatıyorum öyle... Dirseklerim izin istemeden göğsüme düşmüş, bir kitap tam orada kesmece bir karpuz gibi ortasından ikiye yarılmış. Son hatırladığım bir Oğuz Atay hikâyesi, babaya yazılmış bir mektup... Babasının köylülüğüyle kocaman olduktan sonra barışan, onu öldükten sonra anlayan, bir sahil kasabasına yerleşip de balıkçılara lüzumsuz sorularla felsefe türetmeye çalışanlar gibi değil, tam da babası gibi denizsiz bir orta Anadolu şehrinde kerpiç bir evde yaşamak istediğini yazan bir adam... Fazlası da mevcut ya... Bulunduğum "levrek ve kılıç diyarı" köyde ben gelmeden bir balıkçı bir kilo dondurma yemiş de, ishali konuşuluyor mesela adamın, karısı da serzenişte "Ben bir aydır kabızım, benle ilgilenen yok" diye... İlk kez girdiğim bakkallarda, nerede kaldığım, kimi tanıdığım biliniyor. Çok aktif bir haber ajansı...
O sedirde uzanmışken hayatta aradığım haber ağının böyle bir şey olduğunu biliyorum, lakin utanıyorum da bu hissimden. Köy kahvesinde lüzumsuz miktarda bahşiş bırakmış gibi, tabağımdaki balığın fazlasını ellememişim gibi, çay içip bir kahve dolusu kadın erkek TRT4'te beraber ve solo şarkılar'ı dinlerken küresel ısınmadan laf açmışım gibi, ne o, ne o olduğumu hissetiren bir ipucu bırakmışım gibi, hayalimsi arzumdan utanıyorum. Onlar ne der? Derdim bu. Neyse ki, sol yanağıma bir kuru yaprak düşene kadar kıpırtısız yatmaktayım, kimsenin bir şeyden haberi yok.
Gelecek program niyetine, Şaziye Teyze'yi yazayım buraya. Şalvarı tamam, ama kovboy şapkası ve güneş gözlüğüyle gezen, yetmişine merdiven dayamış o şahane kadından bahsedeceğim sonra. Sevip sevmediğimden bile emin olamadığım, acayip kılıklı, acayipli duruşlu, acayip susuşlu Ege avangardı Ömür'den, "motoru yakan" Selçuk'tan...
Sabah erken toplamak gerekiyor kabak çiçeğini, sonra sönüyor, dolmuyor. Düşüneceğiz elbet...