Pazartesi, Aralık 14, 2009

Sensin siz!

Domuz gribi yeni bir gerginlik daha ekledi. Bir ahbapla karşılaştık, öpüşecek miyiz? Öpüşmeye yeltenen birini durdurmaktan daha fenası durdurulmak. Ki şipşak resmiyet, samimiyet tayin eden anların tümü bir gerginlik meselesi.

Daha tanışma anında sen'e geçişlerden hazzetmem, sen zamanı geldiğini kendimce bellediğim birinin siz'den devamı ise yıkıcıdır. Öyle ince bir ayar ki, karşıdaki sen'e geçtiyse ve sen hâlâ siz'de diretiyorsan, bunun da bir kibiri, küstahlığı, bir hizaya çekici yanı var. Bunu da istemiyoruz.

Bazı durumlar var, bunu bile isteye yapıyor insan. Yekten sen diye girene bir mesaj niyetine siz diye devam ediyorsun, ne siz ne sen olan araf bir ilişki olarak kalıyor. Diğer yanda aynı anda tanıştığınız belki, iki yabancı ilk dakikada sen'leşip onuncu dakikada, on ayda erişemeyeceğiniz sosyalliğe ulaşmış oluyor, onlar birbirini seviyor. Sizliğinle kalıyorsun baş başa.

Napolyon'un Josephine'e bir aşk mektubu var. Belli ki Josephine son defasında siz makamından yazmış mektubunu. Napolyon sinirlenmiş, bir yandan da aşki, girişiyor: "Sensin siz!"
O Napolyon zaten.

Çarşamba, Aralık 02, 2009

Asansörler, kesensörler

Uzayda kaplanan alan daraldıkça klişe üretim mekanizması hızlanıyor. Soluk alabileceğiniz hacim küçüldükçe insanlar birbirinin aynasına dönüşüyor. O sefer olmasa, bir dahakine bir öncekini gösteriyor bir yeniye. Asansörlerde ne kadar birbirinin aynısı davranıyor insanlar.
Biner binmez yüzünü aynaya dönen model, içeride konuşulanı duymaz, kimin nerede indiğine bakmaz, sadece kendisiyle ilgilidir.
Tanımadığı canlılarla bir kapalı kutuda olduğu bilgisini bir kat bile unutmayanların kontrol edemedikleri boyun açıları, bacak sallamaları, nereye odaklansın bilemeyen, her ihtimalde bir risk gören gözler...
Sadece içerideki diğer insanları izleyenler, bunu da dünyanın sonuna giden bir araçta hep birlikte kalmanın teklifsizliğiyle, aksi düşünülemezmiş rahatlığyla yapanlar...
Kat numaralarında değişen ışıkla hipnotize olanlar... Macera filmlerinden teorili kaçış hikâyeleri için tavanı kesenler...
İçeri bir tanıdıkla binmeyi başlı başına bir özgüven fıskiyesine dönüştürerek, diğer yalnızları ezercesine konuşanlar...
Kapı açılıp da ara bir katta binmek isteyen o "fazla geldin-zort" sesiyle karşılaşınca, hep aynı kalorili espriler...
"Siz zaten kaç kilosunuz ki..."yle hâlâ bir kadını etkileyebileceğini sanan asılgan erkekler...
Parfümle yıkananlar, hiç yıkanmayanlar... İçerideki herkese lüzumsuzca eşit dağılan bir mahremiyet...
İçi dolu bir asansörün kapısı ara katta açıldığında, dışarıdakinin bir orji sahnesi görmüş gibi afallayışı, kapılar yavaşça kapanırken ezik bir halde köksüz bir "Pardon" sallayışı...
Asansörler hep aynı yere iniyor, aynı yere çıkıyor gibi.

Pazar, Kasım 15, 2009

Genel şerefsizlik

İş yerinde biri dolaba iliştirmiş. 81'de ilkokula başlamış bir kişiyim, eğitim hayatımın tamamı bu memlekette geçti, nasıl olduysa kaçırmışım. 1919'da kendisiyle söyleşi yapan Ruşen Eşref'e şöyle diyor Mustafa Kemal:
"Eğer bu millet, bu memleket parçalanacak olursa genel şerefsizliğin enkazı altında şunun bunun şahsi şerefi de parça parça olur. Biz o genel şerefi kurtarabilmek için harekete geçen millete ruhumuzla katıldık. Katılmamıza mani olabilecek şahsi rütbeleri, mevkileri de genel şerefi kurtarmaya yönelik bir gaye uğrunda feda ettik... Bunu anlamayıp da, milleti hálá kendi kafalarının keyfine göre idare etmeye kalkışan kuvvetler artık birer beladır. Bela çekmeye de bu milletin artık tahammülü kalmamıştır."
Benimki nasıl bir kaçırmakmış... Bir google gezintisiyle son yıllarda forumundan, sözlüğe, okur yorumundan, blog döküntülerine, gördüm ki "Ne mutlu.." kadar popülermiş bu alıntı. Çok klasik bir dayılanma gereci olmuş.
Neden?
Parçalanma hezeyanı tamam, altı ara ara harlanarak her daim ocağın üzeğinde. Popülarite "genel şerefsizlik" tarifinin cazibesinden olabilir mi? Bir kontr-Kasımpaşa atağı mı?

(Foto: Kasımpaşa, 1920)

Çarşamba, Ekim 28, 2009

Lost in pazar

Küçükken pazarda kayboldunuz mu hiç?
Annenin elinden kopup da kendinizi kayıp olarak bulduğunuz o nokta arasında zamanının nasıl geçtiğini, ne yaptığınızı, nasıl oraya düştüğünüzü anlayamamak... O elin çok uzak gelmesi... En fazla yarım dakika önce geçtiğiniz yerlerin başka bir gezegene dönmesi, bütün kadın yüzlerinin, bütün pazarcı bıyıklarının saydam hale gelmesi... Bütün domateslerin aynı tonda kırmızı olduğunun, bütün patlıcanların aynı şekilde dizildiğinin farkına varmak... "Gel gel abla"ların, pazarlık eden, yanındakiyle gülüşen kadın seslerinin ufalanıp havada birbirine karışması, pazar tentelerinden dönüp bir daha yankılanması... O tentelerin hiç bitmemesi sonra, bütün dünyanın dev bir pazara, içinden çıkması imkansız bir labirente döndüğü hissi... Bir daha asla eve dönemeyeceğini, o andan sonra, bir kaybolduktan sonra yani, artık başkalarının çocuğu olacağını, için için ağlayıp Ayşecik gibi mızıldanarak bir ömür geçireceğini düşünmeden düşünmek, bir tuhaf acıyla başı kesik tavuklar gibi aynı sokaklardan geçmek... İnsanların gittikçe boyunun uzaması, o tepeden balyozlayan "Yavrum, nooldu sana" bakışları... Pazar direklerinin ucu belirsiz bir perspektifte yamulup birleşmesi, orada yok olmayı istemek, ilk kez hiç doğmamış olmayı istemek, bir büyük çaresizlik... Bir ilk çaresizlik...
Küçükken pazarda kayboldunuz mu hiç?

Cuma, Ekim 16, 2009

Bernhard'la konuşmamalar

Yorulunca bir ara sokağa girip gördüğüm en sevimsiz kafeye oturdum. Bir tür sevimsizliği çok severim. Garsonun gelmesi o kadar uzun sürdü ki, arkamdaki masada tek başına oturan 50'lerinde bir adama İngilizce kafenin self-servis olup olmadığını sordum. Almanca cevap verdi ama gülmesinden ve bakışından anlaştık. Naletmiş, tembelmiş biraz mekânın garsonları.
Yanımda bitmesin diye hepsini bir kerede okumadığım 'Thomas Bernhard'la Konuşmalar' vardı. Yine ilk bölümden başladım okumaya. Müdavimi olduğu bir iki kafe ve restorandan söz ediyor. İnsanların yanına gelip yazdıklarına dair lüzumsuz sorularından... İstemediği zaman evinin telefonunu açmayışından, açıp da "Burada öyle biri yok" demesinden, söyleşi vermenin manasızlığından...
Ktabın ortasında eski fotoğraflar var. Bir kafede oturuyor.
Arkamı dönüp kitabın o sayfasını gösterdim az evvel 'konuştuğumuz' adama. Yine ben İngilizce sordum, o Almanca cevap verdi ama çok şahane anlaştık. Oradaki kahvemi bitirip Cafe Braunerhof'a geçtim. Kitaptaki fotoğrafa benzeyen bir tanesi vitrine asılmıştı. İçeri girdim, söylediğim kahve daha güzel geldi.
Bernhard bana da sinir olur muydu? Karşımda otursa konuşamazdım ki zaten...

Salı, Eylül 22, 2009

Hidroforsuz yollar

Sular kesikmiş de, depodan hidroforla yarım saat su verilecekmiş gibi. Acele etmem lazım gibi, kovaları doldurmam lazım gibi, şıpınişi kendimi yıkamam lazım gibi... Benim hayatımın yarısından fazlası en üst katlarda geçti. Suyun yukarı çıkana kadar serçe parmaktan da incelişini, duşa çıkmaya mecali kalmayışını bilirim. Kesilen çok su gördüm, kesilen çok elektrik...
Deplasmandan geçen bir haftanın ötesinde, kafamın basmadığı bir kesinti oldu hafakan'da. Bakıyorsun, yok. "Aha geldi" diyorsun, kesiliyor.
Deplasman dedim, lakin ara ara sahası olmayan takımlar gibi de hissedebiliyor insan. Bunun iyi yanı deplasman gerginliğinin olmaması, ama avantajını kullanacağın kendi yeşil sahan da yok.
Şehirlerarası yollarda mola verilen yerlerde çalışanları merak ederim hep. O insanların kendi sahaları nereleridir? Evlerinden çıkıp da nasıl giderler iş dedikleri yere?
Bir artık bu işin süpermarketi olmuş, büyük otobüs şirketlerinin kendi mekânları var. 24 saatin 24'ünde insan kum gibi. Kimi mutlulukla bir yerden bir yere gidiyor, kimi mutsuzlukla dönüyor deplasmandan. Kimi zaten mutsuz kilitlemiş evin kapısını; acil kabilinden cenazeye mi çağırdılar yoksa? Senelerce kaçtıktan sonra askere giden var, tek tesellisi döndükten sonra daha az sıkıntılı yeni bir döneme başlayabilmek olan... Bin tür iş çevirenler var; birinden kaçanlar, yengesini vurmaya gidenler, ablasını vurup da dönenler... O insanların yüzlerine bakmaya mecali var mı oralarda çalışanların, çoktan kafası kesik Yunan heykellerine çevirdiler mi yoksa karınca gibi etraflarında gezenleri... Bir gördüklerini bir dahasında gözlerinin ısırmasına müsaade ediyorlar mı, bunun ağırlığından çoktan kapadılar mı yoksa şalterleri?
Gecenin sabaha daha yakın vakitlerinde verilen molalarda az insan bir şey yemeden durabiliyor. O susurluk tostları, ayranları, kaynamaktan püre kıvamına gelmiş çelik tabakta ezo gelinler... Tadını unutamadığı bir şey de yemiyor asla insan.
Bir de otobüs yanaşmadıkça florasanları dahi tamamen açılmayan köfteciler, kebapçılar var şehirlerarası yollarda. Mahalle arası esnaf lokantalarının yol versiyonları. Oralarda çalışanlar ya? Onlar nasıl ayakta duruyor, orada çalışanlar gelenlerin suratlarına nasıl bakıyor?

Acaba su kesilecek mi endişesiyle yıkanmanın, ama neticede yıkanabilmenin ne tatlı bir zevki vardır. Kurulanırken sebepsiz iyi hisseder insan.

Pazartesi, Eylül 07, 2009

Yağmursal


Bazı coğrafyalarda yağmur kimyasal serpinti gibi hissediliyor. Bilhassa kadınların omurilikleri kamburlaşıyor, sanki kafalarını öne eğerlerse daha az ıslanacaklarmış gibi hissediyorlar. Islanmak istemiyorlar, ıslanmaktan imtina etmek başka şey; tiksiniyorlar yağmurdan.
Sanki insanlar ikiye ayrılıyor, biri yağmurda yürüyenler, diğeri ıslananlar. Bazı insanlar ne kadar usturuplu ıslanıyor, sarkmıyor üzerinden. Aynı insanım ama üzerimde biraz su var gibi bakıyorlar. Diğerleri mutsuzluğun yüz kaslarıyla çirkinleşiyor, küfreder gibi oluyorlar. Kendilerini sevmiyorlar artık, sadece ıslandıkları için. Bir an önce kurumak ve yaşananları unutmak istiyorlar ama o tiksinti içlerine yapışıyor.
Bazı insanların şemsiyeleri silah gibi oluyor. İliklerine kadar ıslanmak şart değil, açarsın da; açmaların, tutmaların nasıl şekilleri var... Bazı insanlar kalkan gibi tutuyorlar gökyüzüne şemsiyelerini, savaşabileceklerini sanıyorlar, insan ordusunun gücüne kayıtsız inanıyorlar. Hükmen yeniliyorlar.

İlk yağmurlarda daha çok kaza oluyor şehirde. Direksiyon hakimiyeti mayo giyilen yerlerde körlüyor, mevsim bakımı yapılmamış oluyor reflekslerin. Mayoluyken yağmur başka bir lezzet, tadı damağımdadır.

Cuma, Ağustos 21, 2009

Ayıların gecesi gündüzü

Daha köye varmamışken, kırmızı yanaklı şoföre "Amca geceleri ayı çıkar mı burada?" diye sordu biri, amca "Ha, ayinın gecesı, günduzı olir mi?" dedi.
Sonra çok ayı hikâyesi dinledik; burnu ayının göbeğine değenler, çenesi kilitlenenler, altına yapanlar, paramparça olanlar. Genç kadın gördü mü tek başına, alıp kaçırması var bir de ayıların. Ne yapıyor onları? Kaçırıp kış uykusuna beraber mi yatıyorlar mağarasında? Mahcup bir delikanlıya mı dönüyor ayı gönlü iyice kayarsa genç kadına? Yoksa uzakta mı parçalamayı seviyor yalnız kadınları?
Tilki, çakal, ayı... Hepsi var, umumiyetle geceleri-gündüzleri de yok. Hiçbirini görmedim, pek yakından çakal duydum sadece.
Biliyorum çıkarlar, parçalar, yutarlar. Ama aslında bilmiyorum. National Geographic gibi biraz kulağımda, sanki karşımdaki köylüden değil, televizyondan öğreniyorum ihtimalleri.
Buraya son yazdığımda da köpekler varmış. Ama o gece ağacın arkasından bir adam fırlama ihtimalinden korkmuştum daha çok. Olabileceklerin sayısını biliyorum. Bildiğim vahşi hayat bu.

Cumartesi, Ağustos 08, 2009

Cohen kokusu

Birden ortalığa boşalan 4 bin kişiyle aynı kaldırımda yürümemek için, o üç saatin üzerine insan görmek, ses duymak istemediğim için, yolu kısaltmak istediğim için bir de, önde üç beş kişinin girişiyle düşünme süremi kısaltarak Maçka Parkı'ndan içeri girdim; saat 12'yi geçmişti. Sağa dönüp biraz ilerlediğimde, hızlı yürüyerek parkın içinde çok fazla ilerlediğimi ve önümde yürüyen kimsenin olmadığını fark ettim. Park objektif değiştirimişim gibi büyüdü gözümde, kocaman oldu. Dışarıda, ağaçların hemen ardındaki çitten sonra gerçekten 4 bin insan yürüyordu ama bağırsam sesim oraya gitmezdi.
Tombala çeker gibi elimi çantama daldırıp düdüğü buldum. Düdük iyidir. Tenhada güvendir, düdüklü bir kadın korkutucudur. Düdük iyidir. Kalabalıkta coşturur, sloganı ritme sokar.
Geri dönemeyeceğim kadar ilerlemiştim, devam ettim, ilerideki çocuk parkından sesler geliyordu, devam ettim, geçtim.
Az kaldı derken, havuzu geçmişken tam, bir, iki, dört derken beş köpek çıktı karşıma. Birinin bakışlarını hatırlıyorum, çok net, beni istemiyorlardı orada. Köpekten korkmam, köpek severim. Ama bir köpek...
Biri üzerime atlayama yeltendi. Yavaşça sırtımı döndüm, bunlar korkunun kokusunu alır, dedim kendime. Havlamaları bir filmden, başka semtteki bir mezarlıktan gelir gibi duyarak, Cohen adımlarıyla gerisin geri yürüdüm. Hızlanmayayım diye içimden "Take this waltz"u söyledim. Köpekler takip etmedi. Üzerimde başka bir koku vardı.
O gece yolumun uzayacağı baştan belliydi.

(Fotoğraf: Muhsin Akgün)

Pazartesi, Ağustos 03, 2009

Küçük parasına büyük

Şimdi yazdığım için kızacak, belki de kızmaz. Küçükken ailecek acıklı bir film izlediğimizde, mesela Hülya Koçyiğit'in kanser olduğu film, benim kardeş televizyona bakarak ağlayamaz, tuvalete koşardı. Sonra tuvaletten hönküre hönküre ağlayışını duyardık, "Yapamıyorum, yapamıyorum" diye... Bir yavuzözkan filmi çağrışmasın, yapamadığı basbayağı büyüğü... En azından iddia o. Adam 4 yaşında.
Çok yavuzözkan diyaloğu havasındayım. Demin acıklı bir film seyrettim, sonunda kadına mı ağladım bilmiyorum. Temin ederim film de yüklü bir miktar.
Şehirlerarası yolda, arkasındaki nasıl bir dört teker olursa olsun ondan daha hızlı gidemeyeceğini bilen bir Murat'ın, bir Reno'nun (bunlar hâlâ var), munis bir sağa kırışı vardır. Çok uzatmadan onu sollayın, acıtmadan geçin ister, yolun sağında yok olmak ister bir başka dört teker onu sollarken. Bunu kendi arzusuyla yapar. Ama yine de bundan gocunmaz, bunu kaderi bellemiş bir kalenderlik vardır halinde. Yalnız kalmak ister kendi hızında. İçinde insan yok gibi hissedersiniz, mekaniğin hissi geçer.
Öyle bir an, o his geldi aklıma.
His alemi karışık. Böyle şeyler derken, Hülya Koçyiğitli filmden atlayıp "büyük abdest" diyen bir doktor da gelebiliyor aynı akla. Hipokrat yeminli koskoca hekimsin, "büyük abdest" ne babaanne gibi? Yerine ne dese, onu da bilmiyorum.
Zaten pek bir halt bilmeden başladım yazmaya.

Cuma, Temmuz 17, 2009

İnsanların çantaları

Tek tek düşününce, mesela bir eldivenin ele girişini, elin şekline göre imal edilmiş o nesneyi, bir çorabı, iki bacaktan geçmesi için delikleri olan bir külodu, bir tuhaf olmuyor mu insan... Bir ihtiyaç için, bir şekle uyacak biçimde yoktan var edilmiş hepsi. Çanta dediğiniz de hiç az buz değil.
Kadınlara mahsus sayılan moda zaviyesinden topa girmeyeceğim belli. Onlar aynı okuldan dağılmış öğrenciler gibi saçılıyorlar ortalığa her mevsim.

Belki hakiki deri bile olmayan, her kıyafete uysun diye, misal siyah çantalarını kavrayışları vardır yaşından büyük gösteren aslında 30 başlarında iki çocuklu ev kadınlarının. Onların annelerinden öğrenilmiş bir cüzdan tutuşları da vardır; zaten para çantası denir o modele, cüzdan değil. Kalınca bir tebrik zarfı gibidir, öndeki bozukluk çekmecesinden üç parmakla demir paralar ayıklanır. Çok sıkı tutar bu kadınlar çantalarını. İçinde çok paraları olduğundan mı? Azı çok lüzumlu olduğundan...

Çanta yerine ekseriyetle bir kenar mahalle kuyumcusunun eşantiyonu olan, üzeri yazılı bez poşetler kullanır yaşlı teyzeler. Arada yıkarlar onları; kuyumcunun telefon numarası, fax'ı silikleşir. Avuçları terlediğinden sapları incelir zamanla. Bu bez çantalardan, yıkanıp yıkanıp her evden çıkışta doldurulan, artık bir markası da kalmamış bu yüzden, plastik şaşal şişe başları görürüm. Bir sokak köşesinde durup iki yudum alırlar, sokakta suya vermemiş olmanın ferahlıyıla daha çok, özenle yerleştirirler geri.

İlkokul 1 çantamın kokusu burnumdadır. Okul çıkışlarında pembeli barbie yahut mavili süpermen çantalarını sırtlamış kadınlar olur okul çapındaki sokaklarda. Yanda çocuk, çantasızlığın ve de dersten azade olmanın verdiği hürriyet coşkusuyla seke seke yürür, apartman duvarlarına elini sürüyerek koşar. Sırtında barbie'li çantasıyla, sütyensiz göğüsleri beline yakın bir kadın bağırır: "Dibimden ayrılma!"

Devri geçti gibi görünürken, devri geçmemiş küçük işlerle meşgul, küçüğe mahkum bir muhasebecinin james bond çantası geçer yanımdan. Yere değen köşeleri eprimiştir; şifresini ilk aldığında 123 yapıp onu da unutunca, çoktan vazgeçmiştir. James bond çantalı adamlar gömleksizlerse eğer, önden üç düğmeli, ağırbaşlı renklerle çizgili, yakalı tişörtler giyerler. Çantanın yere değen köşeleri gibi, çizgilerin rengi solayazmıştır koltukaltlarından.

Laptop çantasına evrak koyan adamlar var bir de. Anlarsınız; dünyanın en incelmiş laptop'u o hafiflikte sallanmaz boşlukta. Trafik'e giden evraklar vardır, at yarışı ganyan ağırlığıdır, eşantiyon ajanda ağırlığıdır bu. Ajanda da geçen seneden kalma.

Cuma, Temmuz 03, 2009

Kestir-me

İş dağılma vaktinde Harbiye Askeri Müze'nin önü... Lokasyonun önemi, aradaki caddenin büyüklüğünü, iş çıkışı vakitlerinde ne kadar kalabalık olabileceğini işaret etmesinden, ekseri popülasyonun cibilliyetine dair kestirme bilgi vermesinden...
Alışveriş yorgunu kolları paketli kadınlar, parfüm dozları yanlarından geçerken burnumu sızlatan adamlar gözümde şeffaflaşmış yürürken, ileriden bir ses geldi. Bir bağırtı geliyor ama bir insandan mı, başka bir canlıdan mı ondan bile emin olamıyorum. Bilmediğimiz bir dil gibi yahut diller öncesi zamandan bir nida... Ses yükseldikçe, sahibi karşıdan beliriyor, yaklaşıyoruz. Marx sakallarının dudak çevresi sigaradan sepyalaşmış, üstü başı dökülen şarapçı bir amca... Amca diyorum ama belki abi diyesice yaşlarda... Aradan arabalar vızır vızır işlerken, el kol işaretleriyle birlikte karşı kaldırıma bir şeyler anlatmak istiyor. Anlayamadığım bir şey diyerek sesleniyor. Yanından kadınlar "Iyy pis deli" bakışlarını ondan tarafa döndürmeye bile tenezzül etmiyor, sadece onlara mahsus saydıkları atmosfere salıyorlar, ileride ölü bir noktaya atıyorlar bakışlarını, bir benzerlerinin hemen oradan alıp onaylayacağı boşluğa... Şarabın en iyisinden anlayanlar onlar.
Amca gülümsüyor sonra, gayesine ulaşmış, eliyle bir "Naber" yapıyor. Peş peşe denk gelen iki cip geçtiğinde yine gülümseyerek o "Naber"i alan diğer amcayı görüyorum; yine Marx sakallı bir şarapçı... Boşuna yıllar sonra kardeşini bulmuş gibi mesut değil, karşı kaldırımdaki adamla kardeş kadar benziyorlar.
Kardeşiyle aynı dili konuşuyorlar. Bir inilti gibi, bir böğürtü gibi karşıdan cevap geliyor araba vızıltılarının ortasından. Biri aşağı, biri yukarı doğru yürümekte. Kesiştikleri noktada birbirlerini buluyor, buldukları noktadan yırtık ayakkabılarının topuklarını daha da eriterek yollarına devam ediyorlar. Benim kaldırımda olanının gittikçe yaklaşan yüzünde, güzel bir şey sonrası insanın hemen silemediği gülmeli bir ifade kalakalmış, daha beş saniye falan da durur.
Ben aşağı yürüyorum, o yukarı. Kesiştiğimiz noktadan yollarımıza devam ediyoruz.
Bütün bunlar en fazla 35 saniyede oluyor.
Yolum kısalmış gibi geliyor.

Cumartesi, Haziran 20, 2009

Bayatımsı

Dün gazete sorduğum bakkal ailesinden anne "Gazete yarın gelir, en geç öbürsü gün" dedi. Bugün de pil alırken "Bayat değil, di mi?" diye sordum, daha çok bir kanarya cinsinden gelmişe benzeyen kızı şakıyarak "Yok, bu sene geldi" dedi. Sustum.
Buralarda böyle bir ritm var. Döndüğümde Beşiktaş'ı böyle bulacaksam gelirim. Kazan'da hesaplar benden o zaman...

Cumartesi, Haziran 06, 2009

Kesişim teorisi

Sözlük anlamıyla işler çıkıyor, güçlükler oluyor sonra... Canım çekmiyor, bizatihi onu çekmiyor yahut hiçbir şey yapasım gelmiyor, vakit çok geniş gibi geliyor, inandırıcı ertelemelere çok çabuk teşne olabiliyorum. Velhasıl çok istediğim bir filmi son haftasında sekiz kişiyle birlikte izleyebiliyorum. İşte ben bu kısmını çok merak ediyorum. Benim dışımdaki o yedi kişinin başına neler geliyor, teker teker onları o filme tam da o gün gitmeye sevk eden ne?
Kendimize tatil olsun diye bir güzellik paket düşünüyoruz, bir yerlere gidiyoruz mesela. Ona buna soruyoruz, bildiklerimizi gözden geçiriyoruz, gerekirse google'lıyoruz, yazın bir vakti, memleketin bir köşesinde bir grup insanla kesişiyoruz. Kaç kişiyse onlar, o kadar merak ediyorum ki onları oraya sürükleyen aşamaları bir bir...
Biz nasıl kesişiyoruz?
Ecnebi bir memlekette kaybolmak hakikatte kabusum değildir; bile isteye kaybolup haritada koordinat bulmaya gayretten hoşlanırım bilakis. İkidir rüyamda bilmediğim ülkelerde kayboluyorum. Elimdeki harita gördüklerimle tutmuyor, trende duraklar eşleşmiyor, nerede ineceğimi bilmiyorum, akşamlar oluyor, havalar kararıyor, neresi olduğunu bilmediğimi bir yere geç kalıyorum.
Kaldı ki, orada bile birileri var etrafta. İşte onu da merak ediyorum. Biz nasıl kesişiyoruz?

Pazar, Mayıs 24, 2009

Self vakanüvism

Burada daha evvel yazdığım bir yazıyı ararken, bu meşguliyet lüzumlu işten kaçmaya da fırsat verdiğinden, iki sene evvel yazdıklarımdan arka arkaya okudum bir miktar... Bazı günlerin hasadı birden kriptik bir mesajı çözermişim gibi o günü döktü önüme. Bazı yazdıklarımı külliyen unutmuşum; buraya ekseriyetle kendimi kayıt cihazı gibi kullandığım durumları döküyorum, yani hakikatte yazdığımı değil, gördüğümü, duyduğumu unutmuşum. Gitmişler. Acayip etti.
Bir yandan kendi kendimin vakanüvisliğini yaptığı için bu kayıtlara müteşekkir kaldım, bir yandan kendimden korktum. Bahsettiğim iki sene, üç sene öncesi... Üzerine düşünecek, klavye kıpırdatacak hale geldiysem mühimsemişim tek tek onları, sonra nereye gitmişler... Peki hiç yazmadıklarım? Eriyip kanıma karışıyorlar mı? Bir umut...

Bu saatte yemek kokusu geliyor dışarıdan, patatesli yumurta mı yapmış biri? Müziğin sesinden çapraz apartmandaki ellerini silkeleyen adamı duymuyorum bu gece. Sokağın bir ucundan biri "Siyah" diye bağırdı az önce, yakındaki bir apartmandan, belki balkonda sigara içen bir adam, karısı içeride "Var mısın Yok musun" seyrediyor, çocukları çoktan yatmış, yarın okul var, masanın üzerinde tuzlu erik çekirdekli bir kase, "Beyaz" diye bağırdı. Sık sık balkondan bağırmayan birinin sesiydi.

Okuyup da, üzerine bir de çok sevip de unuttuğum kitaplar eski bir arkadaşı sokakta görüp de tanımamışım gibi utandırıyor beni. Bu anı hatırlamamın bir faydası olacak. Kriptik... Aramızda... Pardon...

Cumartesi, Mayıs 09, 2009

Paramparça köpekler, kediler

Bizim duymadığımız bir frekanstan sinyal alır gibi, ortalıkta hiçbir tehdit, kıpırdayan yaprak yokken, bir kedi gerilmesi vardır. O emindir, sokağın köşesinde yok yere bir kasılır, sanki bir pist diyecek, sanki biri üzerine bir köpek salacak, sanki biri canına kast edecek... Hiçbir şey olmadığını test edince, tek başına yürürken ayağı takılan insanların birden onu izliyor varsaydığı dış dünyaya yaptığı gülmeli, "Hay Allah"lı konuşmaları andıran bir kedi genişliğiyle etrafına bakınıp yoluna devam eder.

Tasmanın kendisi bir iş kabul edildiğinden belki camialarında, sokak köpeklerinin 12'de bir toplantıya yetişmem lazım ciddi koşturması, şu an çok meşgulüm bakışı hiçbir sahipli köpekte bulunmaz. Azametli cüsseleri, kapışsalar iki kat geniş çeneleri vardır ama tasmalıları bilmedikleri bir minderde kündeye getirmek isterler sanki. Onların işleri vardır, tasma boyundan uzaklarda onları bekleyen bir şey vardır. Gıdı mıncıklamasına, pati tokalaşmasına lüzum da, durum da yoktur. Çocuk yuvasında yetim gibi, özel üniversitede burslu gibi, fabrikatör kızı Hülya Avşar'ın partisinde yoksul Orhan Gencebay gibidirler.

Bazı mahallelerin kedileri kuru mamaları ağaç dibinde biten yabani ot sanırlar. Başka mahallelerde çöp tenekesi tırnaklayanları anlamazlar. Bu hayatı kendilerinin seçtiğini, kasap önü yaltaklanmalarının kediliklerinde bir eksikliğe tekabül ettiğini düşünürler. Onların da sokak başı paranoyaları vardır birden kasılmalı. Kedi bilinçaltlarında ağaç diplerinde bir gün kuru mama bulamamaktan korkarlar, yabani ot olmadığını bilirler de bilmezden gelirler.

Bir kilometre ötede havlayan bir sokak köpeğini karşılıksız bırakmaz bir sokak köpeği. Halden anlıyorum, seni biliyorum, buralardayım, der boşluğa canhıraş saldığı bağırtılarıyla. O sırada yanlarından geçenlere "Ben de yalnız değilim" sinyalidir bu. Onların da bir yerlerde sevenleri vardır.

Bana öyle geliyor olamaz.

Pazartesi, Nisan 20, 2009

Toplu gösterim

Film Festivali için deliren modelden değilim. Önceden listelemeler, bilet kestirmeler... Tutturamıyorum, daralıyorum. Bu sene türlü sebeplerden karanlık iyi geldi, takvim tutturduklarımdan bir tortu da kaldı elde. Sırayla gideyim.
'Sorgulanmış Yaşam'da bu zamanların felsefecisi, düşünürü altı, yedi ismi salmışlar ortalığa. Belgeselcinin sorular çoğunlukla kofti ama faideli uçlar var. Cornel West'in blues üzerine tespitlerini tekrar aramak lazım netten. Zizek çöplükte, ekolojinin kitlelerin yeni afyonu olduğunu söylüyor. Önümde bir basketçi oturuyor, salon dolu.
'50 Ölü Adam'a IRA filmi diye gittim, çift taraflı çalışan Martin McGartland hâlâ bir yerlerde saklanıyor, izlediyse "Yuh" demiş olabilir. Zaten adamın hayat acayip, düz anlatsana, anti-IRA operasyonuna dönmüş. Mİllet "Ay çok şahane filmmiş" diye konuşuyordu arka kapıdan çıkarken. Hisli aksiyon, vatansever ajan çok sever Türk.

Uygun olduğum saattekilerin hepsi riskti, belgeseldir, Lima'ya bakarım diye "Unutmak"a gittim. İçindeki 'İnce İş' kokusundan mı, vay be doğru seçim dedim kendime. Kendisi de Perulu Heddy Honigmann, Lima'daki Başkanlık Sarayı'nın etrafındaki esnafla konuşuyor: Barmen, kafeci, kurbağacı, derici, dilenci, başkan kuşakçısı... Diktatörlükler dizisi ve memlekette siyasetin sefaleti bu insanların tanıklıklarıyla kendiliğinden inci gibi dökülüyor. Sondaki soru-cevap kısmı ekseriyetle içimdeki hümanizmadan götürür. Yine öyle oldu. Adamın teki "Neden daha tipik Perulu birilerini seçmediniz, bunlar çok sıradan insanlar değil mi?" diye sordu. Hakikaten sordu bunu ya. Zavallı çevirmen ter dökerken gerçekten koşarak çıktım.

Bunuel'den "Çölün Simon'u". İyidir. Fakat olur olmaz yerde, bilhassa da kimse gülmezken sadece onun anlayabileceği gizli bir komiklik keşfetmiş gibi kahkaha patlatan model beni bitiriyor. Bunuel de bunlara gülerdi.
Genç bir Alman kardeş "Uzaklık" diye bir film yapmış, güzel sahneler de var. Soru cevap faslında "Bu nedensiz şiddet edebiyatı/ sineması nereye kadar gidecek?" diye sormak isterdim. "Amaaan boşver dedim" çıktım. Ortalık çok kalabalıktı, nedensiz şiddete mahal vermemek için eve kaçtım.
Egoyan'ın "Tapınma'sı fazla mühendislik geldi bana. Yani o da eski karısı çıkmasın be kardeşim... Açıkhavada göle karşı bir kadının keman çaldığı filmlerden kıllanmak gerekir derdi dedem. Demezdi de, işte...

Diyarbakır Cezaevi tanıklıkları için "5 Nolu Cezaevi"ne işten koşarak gittim. İçime taş oturdu, elim ayağı boşaldı. Üzerine ne yapsam bilemedim, biriyle konuşmak istemiyorum, evde yalnız durmak istemiyorum. Yarım saat sonra Ozon'un "Ricky"sine girdim panzehir niyetine. Bebeğin kanatları çıkıyordu, uçup gidiyordu. Üst üste binince allak bullak oldum, gece acayip rüyalar gördüm.

"8. Harikalar Diyarı" net üzerinden bir anarşizm ütopyası. Sanal ülke, başka bir tür terörizm. Bazı şeyler çok kör gözün parmağına olmasaydı... Bir de yanımdaki ışıklarını fulleyip sürekli cep telefonuna bakmasaydı...
"Günışığı Temizleme Şirketi" kısaca kız filmi... Hisli, sevimli, az komik; baygın... Kapanışı Baider Meinhoffla yapacaktım ama pazar günü karanlık içim kaldırmadı.
Bunları kendim unutmayayım diye de yazdım. Pardon...

Pazar, Nisan 12, 2009

Dolmuş ve dolamamış

Ayaz biraz ısırıyor ama güneş değdiği yere gerçekten değiyor, bir yere yetişmem gerekmiyor, keyfim için çıkmışım evden, her şey normal, her şey normal üstü iyi hatta. Ortalığın fazla kalabalığı bile o kadar koymuyor. Dolmuş kuyruğu uzun; olsun... 12 dakika falan beklemişimdir, belki daha kısa, belki daha uzun; dalmışım.
Önümde bir çift ve iki kişi daha var, ilk gelen boş sarıya doğru yöneliyoruz. Apansızın sağdan bir grup insan beliriyor, biri derken ikisi binmeye kalkışıyor. Kalabalıklar, birine ben, diğerine arkamdaki adam yapışıyoruz "Hop sıra var" diyerek. Tınmıyorlar, bir kişi daha eklenip üç kız arkaya kuruluyorlar. O kadar rahatlar ki, binemeyen arkadaşlarına el sallıyorlar arka camdan, gülüşüyorlar. Arkamdaki adam kalıyor kuyrukta, ben ön koltuğa oturuyorum, dolmuş hareket ediyor. Çatlamamak için dönüp kızlara ters ters bakıyorum, gülüyorlar, "Çok komiksiniz di mi?" diyorum. Benden başka biri bir şey demiyor. Sinirle dönüyorum önüme, ama koltuğumda oturamıyorum. Şoföre, içerdekilere "Bir şekil binmiş olabilirler, ama bizim bunları indirmemiz lazım. Üçünün parasını ben vereceğim, dolmuş, otobüs bulamayacakları bir yerde, mesela tünel inşaatının orada, stadın köşesinde indirelim" demek istiyorum. Mideme ağrı giriyor, arkama dönüp içeridekilere seslenmek istiyorum "Bizim bunlara bir şey yapmamız lazım". Diyemiyorum, ağzımdan çıkamıyor, yapamıyorum. Sonra varıyoruz.
İndikten sonra yürürken dönüp dönüp arkama bakıyorum, kendimi yiyorum "Bizim bunlara bir şey yapmamız lazımdı" diye. Dışarıdan nasıl görünüyorum bilmiyorum, çantamı bir acayip sıkmış olabilirim, omuzlarımdan birini kaldırmış olabilirim, tek yumruğumu sıkmış olabilirim, dudaklarımı yiyor olabilirim -bunlar olan şeyler... Artık diyecek güçteyim, artık yapacak güçteyim ama inmişiz. Hepimiz dağılmışız.
Ben niye sustum? Beni tutan neydi, çok anlamak istiyorum bunu. Beni tutan bir şey varken, o üç insanı tutmayan şey ne? Onlar bu kadar rahatken, ben ve içerideki durumun farkında olan hepimiz neden rahatsızız? Bundan sonra kuyruğa girmenin, bundan sonra tanımadığım başka biri için durmanın/ konuşmanın/ konuşmamanın/ başkası için bir şey yapmanın manası kalır mı ben o üçüyle aynı dolmuşa binip de, onların yerine haklı üç insanı geride bıraktığımda...
İnince mide doktorunun yeni yazdığı yeşil reçeteli ilaç için eczane eczane dolanıyorum. Başta anlamıyorum vaziyeti; bu ters suratları, süzen bakışları, geçiştirici jestleri... "Bizde bundan olmaz hanfendi"ler, "Biz yeşil reçete vermiyoruzlar", "Başka yere sorun"lar, "Bu ilacı buralardan bulamazsınız"lar...
Ama ben bu midemdekini buralardan buldum.

Pazartesi, Nisan 06, 2009

Guddeler merkezi

Masanın hemen yanında "İnsan vücudü bir fabrikaya benzer!" yazılı bir illüstrasyon asılı. 1957'den beri var olan Tokgöz Eczanesi'nin sahipleri, vitrinde duran orijinali sorup eden çok çıkınca, renkli fotokopiyle çoğaltıp, kendilerinin kırtasiyeye verdiği paraya dileyene veriyor. Kahn'ın "Beşerin Hayatı" adlı eserindenmiş, hakikisi Stuttgart'taki Frankh Kitaphanesi'ndeymiş.
İnsan vücudü gerçekten bir fabrika burada. Beyinde akıl, muhakeme ve irade gibi masa başı toplantılarında küçük adamların çalıştığı merkezlerin yanı sıra, adeleler merkezi ve benim en sevdiğim "guddeler merkezi" bulunuyor. Her bir organı işaret eden göstergeler mevcut bu odacıkta. Ben sadece "gudde" demeyi seviyorum.
Woody Allen'ın belki de "Seks Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey"de bir parçayı buradan çalmış olabileceği gibi, her organik fonksiyon içerideki kaldıraçlar, çarklar, irili ufaklı borular, vanalar ve bütün bunları işler kılan küçük küçük adamlar sayesinde vuku bulabiliyor. Can Barslan'ın küdamlarını hiçbir ithamda bulunmadan anarım; kaç senedir hiç aklıma gelmemiş, iyi oldu hatırlamak...
Bahsettiğim illüstrasyonda solunum çarkı da resmedilmiş: Müvellidülhumuza sonra hamızı karbon, müvellidülhumuza sonra hamızı karbon, müvellidülhumuza sonra hamızı karbon... Ben bunları da demeyi seviyorum.
Dün gerçekten 15 saniye arayla bir doğum, bir ölüm haberi aldım. Çocukluk fantazması değil, bir robot olmayı istediğim çok oldu. Fabrikaların başına da neler geliyor.

Cumartesi, Mart 28, 2009

Otel odaları

Az önce kalktığım bir masada çalmaklardan, çalıntılardan bahis açıldıydı, şimdi bu kültablasını görünce o odayı hatırladım. İçinde otelin adı yazıyor; çalmaktan en zevk aldığım şey. Küçük bir ganimet ama kırılırsa üzülürüm; gerçekten.
Geçenlerde, kaldığım otel odalarının ne kadarını hatırlayabilirim diye bahse girdim kendimle. Ne kadarının önemi var?
Bu kültablasının geldiği otel mesela. Ayıptır söylemesi, Portofino, begonvillerin arasından deniz görünüyordu odadan; tavanlar üç tane benden... Tam balkon kapısı uyanınca. İyi gelmişti bana.
Başka türlü iyi gelenler var. Otel odasında bir halt yok, Trabzon'un bir ana caddesi. O zamanlar mp3 yok, gıpgıcır bir discman, onun da yeni zamanları. Portishead'in yeni albümünü bir gece orada ilk kez dinlediğimi hatırlıyorum. Yolda bir yerlerde dinlediysem de, benim için ilk. Trabzon'da Portishead... 97 mi?
Gümüşlük'te bir pansiyon odası hatırlıyorum. Nisan sonu ya da Mayıs başı, kimse yok. Pansiyoncunun kızı benim için üst kata çıkıp da aylar sonra yataklara çarşaf takmış. Zaten uzaylı gibiyim onların gzöünde, tek başıma bir ben. Gece bir ara uyandım; bir kadın çığlığı duydum. Uykunun sersemliğinde çığlığın kendi içinde bir ritmi olduğunu ikinci gece fark ettim. Az aşağıdaki başka bir pansiyonun teneke tabelası rüzgarda inliyormuş meğer. O odada üç gece, baş ucumda kocaman bir mutfak bıçağıyla uyudum. Gündüzleri papatya topluyorum, akşam tek başıma rakı, kalamar falan, nasıl mutlu ve hafif... Sonra çok normalmiş gibi bıcağımı başucuma koyup uyuyorum. Huzurluydum; gerçekten.
Cunda'da bir pansiyon hatırlıyorum, tahta kuruları yatağı yiyordu bütün gece. Ayvalık'ta başka bir pansiyonda nasıl ateşlenmiştim, yastığın güllerini hatırlıyorum. Adana'da bir otel; yastıkla yorgan o kadar şahaneydi ki, uyanmak istemedim sabah.
Köln'de Katolik Kilisesi Yardımlaşma Vakfı gibi bir şeye ait bir otel; duvarda ahşap bir İsa-çarmıh yorumu. Yan odalara dağılmış ekipten biri "Odada şey yapılırken İsa münasip mi?" gibi bir şey sormuştu. Hamburg'taki balkonlu odama giren bir çınarın dalı mıydı? İzmir'de fırtınalı bir gece; yatak örtüsünü kapının arkasına koymuştum cereyan yapmasın diye. Pisa'daki gravürlü tavan, Prag'da kaldığım Sirkeci'de bir iş hanı estetiğindeki oda, Lisbon'daki içerisinin iğrenç, penceresinin dünyanın en şahanesi olduğu çatı odası...
Hatırlamaya çalışıyorum gerisini.
Bir otel odasına girdiğimde, ilk önce camdan dışarı bakarım.

Perşembe, Mart 19, 2009

Lost in ...

Hafakan arayüzünde kendimi güncellemem gerekirse, ki böyle bir lüzum yokken zihnimi sıraya dizeceğim, "mac çökmez" efsanesini yerle bir edişim kendi içinde muvaffakiyetle neticelendi sayılabilir. Yoktan, zaman içinde "yaptığım" bir şey, bir şeyler yok oluyor ve bu kayıp bana nasıl koyuyor... Mac'ten hemen sonra benim çöküşüm kafama takıldı daha çok. Tabii ki "yedekleme" diye bir mevhum var hayatta. Hayatta değil, sayısal ortamda. Ama ya yedeğin yedeği... Onun da yedeği...
Kağıtlar da kayboluyor, defterler de... Fotoğraflar sonra; nasıl iç acıtarak kayboluyorlar bazen. Orada derken, fizik ötesi gibi, olmuyorlar birden. Çoraplarımın tekleri kayboluyor bazen. Evin belirli hudutları dahilinde nereye gidebilir bir sol tek çorap, ama kayboluyor. Bir hırkam kayboldu böyle, evdeydi, biliyorum. Çok sevdiğim bir şemsiyem; nerede kaybolmuş olabileceğini bile bilmiyorum, beynim bir ara alınmış gibi. Açınca içinde yıldızlar görünen lacivert şemsiyeydi, artık yok. Kaybolan ve seneler sonra bulduğum yüzüklerim var. Bu tarz geri dönüşümlü kalemler oluyor. Kayıp bıçaklar gizlice çöp kutusuna kaçanlar mı sadece? Kitaplar kayboluyor. Birine mi verdim diye düşünmeye başlayınca, "o benim kitabım mıydı"ya kadar geliyorum. Hiçbir şeyden emin olamıyorum.
Peki kayıp nesneler nereye gidiyor? Bir ev kaç gizli delik oluşturabilir kendine zaman içinde? Dışarıda kaç delik var?
Benim de kaybolduğum zamanlar oluyor. Kürkçü dükkânları var yine de...

Çarşamba, Şubat 25, 2009

Tuhaf bir acil vakası

Geçen cumartesiydi; bitsin diye evden çıkmadığım bir işin final hamlesini yaparken artık, rengarenk fırıldaklar dönmeye başladı gözümün önünde. Ansızın, hiç sebep yokken. Üzerine gitmedim, aklı karışıktır, bir su içeyim de öyle bakayım, dedim. O fırıldak döndü, döndü, bir süre sonra sadece o fırıldak dönebilir oldu. Az sonra karşımdan bana bakacak soru işaretini saymazsam, son gördüğüm canlılık emaresi bu fırıldaktı.
Acil servise hasta yetiştirir gibi, üzerime bir şeyler geçirip taksiye atladım. Geldiğimizde saat 6'ya beş vardı, kepengi üzerime indirdiler, halden anlayarak derdimi söylettirdiler. Masanın üzerine çıkarıp koyduğumda hâlâ sıcaktı.
İlk müdahalede ne yapsalar olmadı, içini göstermedi, fırıldakların müsebbibini ima bile edemedi. Beni tanımıyormuş gibi, kimseyi tanımıyormuş gibi, sanki bu dünyada hiç var olmamış gibi durdu karşımızda.
Arada kendime mani olamayıp soruyordum: Nasıl? Kurtulacak mı? İhtimal kaç? Tıbbın bütün imkânlarını kullanacaklarına söz verip beni eve yolladılar. Elimde bir kağıt, boş çanta ve dolu gözlerle çıktım.
Hâlâ bitkisel hayatta... Diyorlar ki "Kendini hazırla, belki de bir daha asla hatırlamayacak seni."
Onun unutmasıyla, benim unutmam bir değil. Ama onun hatırlamasıyla benim hatırlamam da hiç bir değil. Çektiğimi hatırladığım fotoğraflar, çektiğimi unuttuğum fotoğraflar... Yazdığımı hatırladığım yazılar, yazdığım bir daha asla aklıma bile gelmeyecek yazılar... Bu nasıl bir iptila bir yandan? Çok zormuş bu işler...

Cuma, Şubat 20, 2009

Hakiki karasal iklim

Abbasağa'daki Fırın Sokağı bomboş görsem ürkmem, ama natura icabı civcivli, çığlık çıngıraklı, kalabalık, gürültülü, insanlı bir yeri sükunet içinde görmek ürkütüyor insanı. Issızlık batıyor, temkin sinyalini çaldırıyor.
Bir kış günü bir lunaparktan geçtiniz mi hiç? Yaz vakitleri beş saniyede bir insan gırtlaklanıyor sesleri uzaktan ve yürürken rota değiştirmenizi icap ettiren kalabalık yakından, nasıl normal geliyor oysa ki...
Gece vakti Mecidiyeköy'de de böyle bir karasal iklim tezatı vardır. Saat 10 olmadan ana yoldan çatallanan caddeler çıkmaz sokaklaşır. Ara istasyonlarda durmayan ekspres tren misali, otomobillere mahsus bir diyara döner en fazla.
Sirkeci de kılık değiştirir geceleri; tenhalığında daha göze batar az sayıda insan. Gündüz dışarı çıkamayan kaçak Afrikalı satıcılar dökülür seyyar brandalarla. Kırgız mıdır, Özbek midir, çekik gözlü amcalar içi yünlü güderi patikleri salıverirler gece yarısına doğru kaldırımlara. Tuhaf bakarlar yanlarından geçerken. Acele işi olmayanlara, aylaklığın da illegalini yaptıklarından sanki, gündüz ortalıklara çıkmayanlara kalır Sirkeci.
Tabiatı itibarıyla şen insanların suskunluğu da kış vakti lunapark gibidir, gözüne girer insanın, panikletir muhatabı. Bazı insanlar Beyoğlu gibidir, suskunluğundan korkmak gerekir. Her mevsim, her saat ne yapacağı belli olmayan bir Kadıköy haletiruhiyesi daha sağlamdır aritmetiği çıkıyor buradan. Ya da doğrudan ol Menekşe İstasyonu... Temiz...

Salı, Şubat 10, 2009

Vefa İngilizce'de bir semt midir?

Esef verici bir uzaklık olmuş buralardan, hafakanlardan. Sebepsiz neş'e verici bir uzaklıkta olduğumdan belki oralardan. Amerikan turisti gibi gelmesin kulağa, malum o very fantastic halleri... Fonun değişmesi kadar günlük mesainin değişmesi insana iyi gelen. Bir hayat her yerlerde sürüyor, belki sadece bunu hatırlamak, kanlı canlı hissetmek merceğin ayarıyla oynuyor. E, bu da bir şey. Kendi dilimize bir şeyler çevirip döneceğiz.
'Can' nasıl çevrilir İngilizce'ye diye dert edinmiştim bir ara; hatta yazmış mıydım da buralara? 'Vefa'nın nasıl çevrileceği birkaç saati yedi mesela. Sadakat değil, karşılıksız ama illa ki sevgiyle de olmuyor, bir mecburiyet hali de var. Hepsini bir anda anlattığında başka dille işleyen kafalar karışıyor; tek akıllarında kalan Facebook'tan ilkokul arkadaşını bulmak oluyor.
Saatte 120 kilometre esen fırtına nasıl olur bilmiyorum. Bildiğim fırtınaların da ölçü birimine aşina değilim. Mesai çıkışı Sirkeci'deki üstgeçitten akan insanlar hızıyla akıyordu bulutlar bir yandan diğer tarafa. Gökyüzünün de bir hayatı var gibi, sanki, yani. Paris'e fırtına geliyor.
Geldi; atılmış metro biletleri, kapı önlerinde alelacele içilmiş sigaraların izmaritleri çoktan havada, naylon poşetler iki durak sonraya uçmuşlar, ilk camlar az önce indi. Rüzgar evlere girmek isterken inliyor. Barcelona'ya dönecektik daha. Bir tabela daha indi.

Pazartesi, Ocak 26, 2009

Mesleki jest set

Her mesleğin rutiniyle birlikte ruh hali de öğreniliyor. Bir edası, bir mimik, bir jest seti var her mesleğin.
Mesela noter memurluğundan çok çok daha eziyetli işler var hayatta, kim inkar edebilir... Ya da ziyadesiyle sıkıcı olanı... Ama ben yüzü gülen bir tek noter memuru görmedim şimdiye kadar. Kolunu bir yandan diğer yana geçirirken slow motion hissi vermeyen, suratında hakkettiği yerde olamamanın adressiz isyanından beslenen o ekşi ifade yapışık durmayan, yaptığı işin en az bir safhasında püflemeyen, işini yaptığı insanın tam irisine bakan bir noter memuruna denk geldim mi hiç... Patronlarından tiksintileri, "Bütün işi biz yapıyoruz, sadece bir imzayla dünyayı kazanıyor" mesajları nasıl billur; hiçbir fondöten, kirli sakal kapatamıyor. Zaman içinde hoşlanmaya da başlıyorlar zaten bu betlikten, öğle tatilinde, iş çıkışlarında özlerine dönüyorlar.
Tuhaf bir yakınlık da duyuyorum, beni sinirlendirmelerine rağmen habitatlarını koklayarak anlamak istiyorum. "Ablacım ne kadar uzun sürdü" diyor yan masadaki gençten/ daha az tecrübeli oğlana... Ilık tonlamaya rağmen o 'ablacım'ın ne manaya geldiğini üçümüz de biliyoruz. "Word'den aktarıyorum da..." diyor gözünü ekrandan kaydırmadan genç adam. Word'den ne aktarırsın, aktarmak dediğin copy ve paste olayı değil mi...
Parayı verirken, inadına, çok da parlak olmayan bir espri yaptım. Merak ettim ne olacağını. Sarı fönlü saçlarını haifçe yana atarak, yatalak bir hastanın son günlerindeki iyiliği gibi, neredeyse zorlanarak güldü. "Ablacım rahat ol" diyesim geldi; çıktım.

Pazar, Ocak 18, 2009

Check in/out

Havanın ayazına karşın ceketle dışarı çıktığından, belki bir an evvel görünmesi için kollarını gererek, belini bükerek özel bir hareket yaptığından, daha yanımdan geçip arkaya doğru yürürken ikinci saniyede gördüm belindeki silahı. Adam otobüse binmiş, adam akbilini basmış, akbili didi didi di diye ötmüş, arkaya geçmiş, kolundan kendini o tutma şeylerine asmış, duruyor. Adam belinde silahla belediye otobüsüne binmiş. Müdafaa maksatlı mı o silah; o zaman öğle vakti Mecidiyeköy'den geçen otobüste işi ne? Taaruz amaçlı mı o silah; birini vurmaya giderken otobüse mi biniyor? Parayı iş bitince mi alacak? Oyuncak da olabilir mi? Hangisi daha iyi?
Bir plazanın bahçıvanı gibi değil de, Kilyos yolunda evinin önünü suluyor gibidir hep zaten. Bilmem ne çiçeği ışık sever mi, diye sorsanız binanın en tatlıdillisi olur; sormasanız konuşmaz. Plazanın içine bir bahçe yapmışlar, oraya sadece o girebiliyor, yerler çakıllı falan. Kilyos'ta evinin bahçesi gibi girmiş oraya. Plazaya palmiyemsi bitkiler dikmişler, onların arasında küçük kalmış, küçücük kalmış. Kafasını kaldırıp bir de en tepesine bakışı var palmiyemsinin... Bu adamın ne işi var orada?
Benim ne işim var buralarda?

Pazartesi, Ocak 12, 2009

Yavan

Bilhassa gribal enfeksiyon halinin en fena taarruzu insanın dil nahiyesine oluyor. Enfeksiyon yok ama bu aralar dilimde tam da öyle bir tatsızlık var. Ne yesem olmuyor, bir yavan... Nedeni, nasılı üzerine bile kalem oynatasım yok. Bİrtakım tali yollar. Hem niye ki?
Bir lafa başlayışım bari bir işe yarasın. Marcos'tan, Gazze ...
Bir de kulağınız burada olsun. İçeriden, Gazze...