Cumartesi, Nisan 26, 2008

Ehliyet ve keyfiyet


Dün bir vesileyle kimlik göstermem gerektiğinde farkettim. Ben ehliyet alalı 11 yıl olmuş. Elimde bir süre tutup beklemem gerekti, üzerindeki fotoğrafıma baktım dikkatli. Fotoğraf daha da eskiden, yirmili yaşların başı, hem parlak hem hiç o yaşa denk düşmeyen mahsun bir duruş...
Ehliyetim köşelerinden çatlayarak, milföy katlarına bölünerek Şoför Nebahat etkisi yaratıyorsa da, ben araba kullanmıyorum. Kullanışlı ebatından daha çok, ehliyeti kimlik olarak kullanıyorum sadece. Ehliyet imtihanından sonra iki kez oturmuşumdur direksiyon başına. Arabam yok, gereken sinir sistemi pratiğim eksik; dört tekere ihtiyaç duyduğum hallerin çoğu akbile, taksiye çok zahmetsiz dönüşüyor. Araba satın almaktan çok daha ucuz, başağrısı az.
Lakin geceleri istikametsiz çıkıp öyle şehirde dolanmak için bir arabaya şiddetle ihtiyaç duyuyorum bazen. Müzik teçhizatı olmayan bir arabanın bence ön camı eksik. Öyle bir sahne işte; imreniyorum.
Camlarla çevrili olsa da dört yanı dışarıya kapalı bir aygıtın içinde olmanın, güvenli bir izolasyonu, ruhsatla falan alakası olmayan ruhani bir mülkiyet garantisi var. Çitleriniz çevrilmiş, üstelik gidiyorsunuz, yanınızdan başkaları geçiyor, aynı yıldız sisteminde ayrı gezegenler gibi hareket ediyorsunuz. Çok görürüm, trafiğin tıksırıklamaya başladığı anlarda aynaya yönelir insanlar. O düpdüzgün giyinmiş, 'dışarıda' bunu yapanı görse ayıp kabilinden cıkcıklayacak kadınlar aynada dişlerinin arasına kaçanı çıkarırlar tırnaklarını yan keski gibi kullanarak. Ev, hatta ancak kapısı kapalı banyo aynalarında yapacakları yüz buruşturmalarıyla bakarlar dikiz aynalarına. Makyajlarını mı kontrol ederler, kırışıklıklarını mı? Burunlarını karıştıran adamlar görürüm, o kadar çabuk unuturlar ki araba dediğiniz şeyin yan taraflarının camlı olduğunu. Kendi kendine konuşanlar, belli ki bağırarak şarkı söyleyenler...
Arabanın mahremiyeti çok kolay ikna eder insanı. Bu yüzden güzeldir, yanılması tatlıdır, ondan bundan kendinden kaçmaya iyi gelir istikametsiz kontak çevirmeler...
Çok eskimiş ehliyetim.

Salı, Nisan 15, 2008

Fasulyeden hikaye


İki iş arası kaçamak... Cihanbarış'ta çay... Güneşe sırtımı vermişim, yumrular çözülüyor yavaştan...
Önümde bir dergi açık, ama gelen geçene bakıyordum. Askılı tişörtlerini muhtemelen yastıklarının altında saklayan kızlara, terden ceketlerinin sırtı akordeon gibi olmuş mobil vaziyetteki muhasebecilere, ite kopuğa, ben işteyken meğer bunları yapan insanlara... Sonra uzun zamandır görmediğim bir şey gördüm. Mavi önlükleriyle bir grup ilkokul öğrencisi kız geçti. Yanlarında büyük yoktu. Önce İstiklal Caddesi'nden yürüyerek okula gitmenin, sonra içerde Niğbolu Zaferi'ni dinlemenin tuhaflığı geldi aklıma. Tek başlarına gittiklerine göre, mahallelerindeler. İstiklal Caddesi'nde yakartop, İstiklal Caddesi'nde kukalı saklambaç, İstiklal Caddesi'nde don-ateş; tuhaflıklar zincirime eklendi.
İşte sonra, saçları örgülü bir tanesinin elinde uzun zamandır görmediğim bir şey gördüm: Bir kavanoz kapağında pamuğa dikilmiş de boy vermiş fasulye...
Ya o nasıl bir saadettir, her gün ıslattığın pamuktan fasulyelerin kendilerine bir delik oyarak fışkırmasını görmek... Çıktıktan sonra su ayarı mühim. Çok verirsen boyuna uzar da uzar, sevimsizleşir.
Başka deneyler de vardı. Sek süt şişesine katı yumurta sokuluyordu bir şekilde... Alttan ısıtıyor muyduk neydik, yumurtayı yutuyordu şişe. Ne fantastik...
Bir de küf deneyleri... Peyniri, ekmeği ayrı kaplarda küflendiriyorduk. Bu deneyi ben çoktan denemiştim halbuki. İştah şurubu kuvvetiyle ayakta duran bir çırpı parçasıydım, beslenme çantasından çıkan bir şeyleri mutlaka yiyemez, annem kızmasın diye söyleyemezdim de. O turuncu plastik kabı her gün eve boş götürürdüm. Ama yiyemediğimi atamazdım, yakalanacağımı sanırdım, ayıp gelirdi, günah gelirdi. Kokusu şu an burnuma gelen kaskatı kösele çantanın ön gözü, böyle ayrı poşetlerde küflü bir koleksiyonla dolardı. Zabıta olarak annem basardı bir müddet sonra...
Sonra metroya bindim, işe gittim. Öğlen yemeği kaçmamış...

Pazar, Nisan 06, 2008

İki insan, tek ayakkabı


Ne zamandı, işim mi yoktu ya da çok mu fazlaydı, gazetede 'Yüzme bilen yatılı garson aranıyor' diye bir ilan görmüştüm. Bir garsonun neden yüzme bilmesi gerektiğini anlayamadığımdan, işte burnuma ağzıma layık bir koku geldiğinden aradım. Bir teyze açtı, nedir diye sordum, adalardan bir tanesinde, sahilde bir restoranmış. Eee... Bunların kendi deniz bisikletleri falan varmış, ara sıra onları sahile çekmek gerekiyormuş. Tedbiren yüzme bilen eleman aramaktalarmış. O kadar tatlı anlatıyor ki teyze ve öyle tatlı bitiriyor ki: "Ama yavrum, sen kızsın, seni rahat bırakmazlar. Seni alamam..."
Geçen cuma bir ada vapurunda bu ilan geldi aklıma; istesem ikna ederdim ben o teyzeyi. Şimdi rahat mıyım?
Son iki üç günü, oranın yerlilerinin bizim geliğimiz tarafı İstanbul diye andığı yerlerde geçirdim. Az önce, İstanbul'da, evimde, TRT2'de 'Korkuyorum Anne'nin üçte ikisine denk geldim, hiç izlememişim gibi gülerek izledim. Oradan da dilime yapışmış olabilir, insanlar ikiye ayrılır diyorum, bir sürü şekillerde... Birincisi yazlık ilan edilmiş mekanlara yazın gidenler, ikincisi yazlık ilan edilmiş mekanlara bilhassa kışın gidenler. Tıksırıklı gökyüzünde nefes açanlar, o bomboşlukta açılanlar, o çamurda, o el değmemiş mevsimlerin üç adıma bir düşen çöplerinde temizlenenler...
Boş sahillerde, kabin kapıları menteşelerinden sökülmüş plajlarda yazdan sonra birikmeye başlayan şişeyi, poşeti, sigara paketlerini anlarım, ama anlayamadığım başka bir koleksiyon var: Tek terlikler, tek ayakkabılar... O kadar çoklar ki... Eskiler ve de oralarda kışı savunmasız geçirmekten daha da eskimişler, ama nedir 'o' hikaye...
Başıboş köpekler, peşlerinden kuyruk sallayacak insan bulamadıklarında, havlamanın, bir diğerine dalaşmanın beyhudeliğini kavradığında mı girişiyor böyle bir koleksiyona, toplayıp sahile mi yığıyorlar... Yazdan unutulmuşlarsa, neden 1 kilometre etraflarında diğer tekleri de yok... Eskidiler de atıldılarsa, bu kadar fazla insan aynı işgüzarlığı mı yapar... Denize düşen terlikleri dalgalar mıdır buralara atan? Terlikle intihar eden var mı?
Benim de çektiğim fotoğraflar vardı, ama flickr'da mowling mahlaslı bir arkadaşın arşivi önünde şapkamı çıkardım.