Salı, Aralık 30, 2008

Milli kelek

Yanlarına yanaştığımda muhabbete hangi noktadan girildiğini çok rahat kavrayabileceğim bir yerdelerdi. Milli Piyangocu amca "İade ediyorum tabii" dedi. Diğeri dinlemeden girdi: "Ben satıyor olsam, hayatta kalanı idade etmem. Kalsın işte, belki sana çıkar..."
Adamcağız "Öyle değil işte, bilmiyorsun. Ya çıkmazsa..." diye konuyu kapatmaya çalıştı. Diğeri duracak gibi değildi, hatta üzerine bir ton daha yüklendi: "Oooo, sen kendi biletine güvenmiyorsan, ben zaten niye senden bilet alayım ki..."
Bir tatilde, pansiyonun alt katında öğlen yemeği yiyen ve suratlarını asla görmediğim o aileden yükselen şu diyaloğu kim bilir daha kaç kez hatırlayacağım. Adam karısına basbayağı bağırıyordu: "Madem kelek, biz o zaman niye aldık bu kavunu?"
Milli Piyangocu amca gibi kadın da susmuştu.

Pazar, Aralık 21, 2008

Mevsimlik fantastik

Saat neredeyse akşam 10'a geliyordu, yağmur ve soğuk da eklenince diğer üç mevsimiyle karşılaştırıldığında inin cinle top oynadığı bir sokak... Etrafta bir Noel coşkusu ki sormayın, vitrinler ışık oyunlarıyla ayaklanıp üzerinize üzerinize geliyor. Bütün vitrinler yılbaşı partisine müsait yapımlarla dolu... Vitrine fiyat yazılmayan mahalle burası.
Hayatta 'yok devenin gözü'ne emsal olarak bir marka adı verecek olsanız, ilk üçe girebilecek bir tanesi yine beş boyutlu bir enstalasyon yapmış vitrin diye ayrılan bölümde. Fotoğrafını çekeyim diyorum; mevsimlik fantastik... Bir çift beliriyor köşeden. Geçsinler diye duruyorum. Geçsinler ki devam edeyim. O sırada birden makinenin karşısında duruyorlar karşımda. 40'larında bile yoklar bence...
Kadın "Ne yapıyorsun?" diyor. Adam, kadının kolundaki çantayı objektife tutuyor dünyanın en komik esprisini yapmış gibi. Kadın hiç garipsemiyor; ezberinde olan bir metne başlama işareti almış gibi, çantasına daha bir afili sarılıp gülümsüyor. Bu esnada bir de kol kolalar. Çantası, vitrindekinin aynısı, yok deveninin gözü çantalarından...
Madem o vitrin birinin kayıtlarına geçiyor, adam yok devenin gözü kadar para verdiği eşinin çantasının da bu kadraja dahil olmasını istiyor. Asıl bunun fotoğrafik bir değeri olduğunu düşünüyor çünkü. Bunu öyle düzeyli bir düzeysizlikle yapıyor ki, her şey nötrleniyor, hareket normalleşiyor. Bu modellik vazifesi kadın için normal, çünkü aynı işi biri fotoğraf çekmezken de yapıyor. Yanındakinin yok devenin gözü çantasını trink diye satın olabilecek bir adam olduğunu teşhir ediyor, onun kontratlı mankeni oluyor.
O sırada deklanşöre basamadım. Gözüne ışık tutulmuş tavşan gibi kalakaldım. Zihnimde bu kadar netken sahne, karenin gece titrekliğinde flu çıkmasını gönlüm kaldıramazdı zaten.

Pazar, Aralık 07, 2008

Ghost driver


Bir kamyonun arkasında yazıyordu "GHOST DRIVER". Kendi değil, bir hayalet mi işini yapan? Bir işini yapan bir de hayalet olarak ikiye mi ayırmış kendini? İkisini bir araya getirip de çamurluğa yazmak fiyakalı olduğundan mı sadece?
Bir işini yapan bir de hayaleti olarak ikiye ayırıyorum kendimi. Hayalet yazarken ben bakayım bakalım neler oluyor?
Yazmaya başlamadan önce koltuğu yükseltiyorum, sanki mutlak bir açı varmış gibi arayaraktan sırtımı yaslıyorum. Yüzümü bilmiyorum o esnada, dudağımı mı ısırıyorum, yavan bir şey yemiş gibi mi bakıyorum?
Önce masanın üzerindekilere takılıyorum. Bİr kurşun kalemi açıyorum hiç gerek yokken, ortalıktaki beş benzemez not kağıtlarına bakıyorum, atılacak iki tanesini ayırınca bir iş yapmışım gibi bir hal geliyor. Sandalyeyi bir lokma daha yakınlaştırıyorum masaya. Bir şey içiyorsam çok sıcak, çok soğuk demeden çok içiyorum baştan. Bir iş yapmışım gibi oyalanıyorum. Kafamı sol duvara çeviriyorum. Çin takviminden bir yaprağa anlamadan bakıyorum, kesik bir Dilbert'i üşenmeden bir daha okuyorum, yapıştırdığım fotoğraflara dalıyorum. Aslında o fotoğraflara hiç tam bakmamışım, hep dalmışım böyle. Başlayacağım bir şey var çünkü.
Sonra bir word dosyası açıyorum ya da işte burasıysa bir "new post". Altı kelimelik bir cümle yazdıysam en başta ve daha ilk kelimede bir tashih varsa, üşenmiyorum hepsini silip bir daha yazıyorum. Baştayken "Sonra düzeltirim"e gelemiyorum. Bir süre yazdığımı hiç okumuyorum, yazarken suratım nasıl oluyor bilmiyorum. Kaslarımı yokladığımda ağzımın içini bir başka kastığımı, iki yandaki yanak kaslarımı farklı bir şekilde sıktığımı hissediyorum. Bu beni dışarıdan nasıl gösteriyor bilmiyorum.
Nasıl cümle kurduğumu bilmiyorum, bir kartopu nasıl patlıyor bir word sayfasında hiç anlamıyorum.
Bazı günler her yazdığım kelimede tashih oluyor, büyük harfle başlayanların hepsinin ikinci harfi de büyük ya da ikinci hecelerin son ünsüzüyle sondan bir önceki hep ters yerde... Son hecedeki ünlüyü yanlış koyup da ucuna eklenen takıları da yanlış ünlüye göre kusursuzca koyan parmaklarımı hiç anlamıyorum.
Dönüp okuyorum, bir iki düzeltiyorum. Yazdığım hoşuma giderse, günün geri kalan kısmı daha iyi geçiyor. Bunu hiç anlamıyorum.

Cuma, Kasım 28, 2008

Oldun mu?


Şimdi yazacağım cümle için klavyeye basmadan evvel fark ettim ki, bana daha önce hiç boş zamanlarımda ne yaptığım sorulmadı. Ortaokul anket defterlerinde vardır muhtemelen, o zaman da bir şekilde vermişimdir cevabını. Bu ara parantezi aynı mevsimden bir anket defteri sorusuyla virgülleyeyim. Kızın teki "Oldun mu?" diye bir soru koymuştu defterine. Ne tatlı çağrışımları var değil mi? Oldun mu? 12-13 yaşında falanız. Olduk mu yani? Hayır, regl olup olmadığımızı merak ediyordu. Kimimiz olmuştuk, kimimiz daha değil.
Diyecektim ki aslında, boş zamanlarında ne yapıyorsun sualine müzik dinlemek, film izlemek diyenleri de hiçbir yaşımda çok anlamadım. İnsan büyük harfle Müzik dinlemek için başlamaz ki, bir şey dinler.
Ama şöyle bir cümle kurabilirim: Sokakta müzik dinlemeyi severim. Aynı caddede birlikte aynı yöne gittiğiniz 179 insandan gizli bir iş çevirmenin, onların da karşısında durana kulaktan geleni katık ettiğinizde başka bir "şey" kurmanın nasıl ikamesiz bir zevki vardır. Hele bir de tam oturduysa çalan; o güne, o ana, o andaki size... Ateşli bir hasta olarak gece terli uyanmışsınız sanki, atılan terle rahatlamışsınız, temiz ve soğuk yeni bir tişört giyiyorsunuz, tam oluyor, oluyorsunuz. Bana öyle gelir.
Bu sokakta müzikle yaratılan paralel evren simülasyonlarında, kafayı sağa başka türlü kırıp da bir evin çatısına bakmakta, yerdeki çizgileri ritme göre saymakta sinematografik bir haz da mevcut. Bu kana karıştı mı, müziksiz anlarda da, ama işte onun da kendine mahsus bir denklemi var, bir filmin ortasında bulabiliyorsunuz kendinizi. Yönetmeni de, başrol oyuncusu da, izleyeni de aynı kişi.
Ya da işte hayatın büyük harfle Sanat'ı dan diye yere devirdiği anlar var. Yazsanız yuh çekilecek anlar, oluyor mu oluyor işte... Onları da ayırıyorum ben kenara, farklı bir belgesel türü...
Geçenlerde gazetede okudum. New York'lu psikiyatrlar birtakım araştırmaları neticesinde sokakta kameraya alındığını sanan, çevresindeki herkesin bir karakter olduğunu ve rolünü oynadığını düşünen "paranoyakların" sayısının arttığını söylemişler. Truman sendromu; fazla televizyon izlemektenmiş.
Amerikalılar kantarın topuzunu kaçırdıysa, bu onların karakteriyse, iyi müzik ve iyi film izledikleri için değil, aşırı doz reality'den patladılarsa bana ne. Onlar "olmamış".

Pazar, Kasım 16, 2008

Blur'layın marpuçları

Bin senelik 'Hacı Arif Bey' dizisine rast geldim TRT'nin bir uzantısında gündüz vakti. Ahmet Özhan nasıl gençliğinin şahikasında... Öyle başka kim vardı diye nostalji babında bakınırken, babasına döndü kamera, o nur yüzlü adamcağızın önünde nal kadar kristaller... Alttaki fokurtuya bakınca anlıyorsunuz; nargilenin marpucunu blur'lamışlar. Ben çocuk olsam, tütün mamullerinden bihaber olsam, sırf çocuk muzırlığıyla sorar soruştururum nooluyor o kristalin arkasında. Sadece onu merak ederim ondan sonra bir süre.
Red Kit çalı çırpıya geçeli çok oldu, Atatürklerden de temizliyorlar birer birer malumunuz. Adamın el havada iki parmak boşlukta açık. Mustafa bahsine hiç giremem şimdi.
Her durumda ortaya çıkan görüntü gayet çağdaş sanat...
Görüntü müdür, bizzat sigarayı görmek midir daha özendirici olan? Merakım şu ki, edebiyat da bir gün temizlenecek mi sigaralarından. Camus, Meursault'ya hiç sigara içirmemiş gibi mi olacak? Beat külliyatı mevsimlik işçilere teker teker okutturulup blur icap ettiren sahneler makaslanacak mı?
Hangisi daha tesirli, görmek mi, okuyarak yutmak mı?

Çarşamba, Kasım 05, 2008

Bir bayan üzerine türkü

Daha çok birini arar gibi dolanıyordu masaların arasında. Bir göz temasını fırsat bilip bizimkine yanaştı. Gri takım elbise vardı üzerinde, bir de uyan kasketi... Kara kuru suratının üçte biri bıyıktı; en azından öyle hatırlatıyor kendini.
Teklifsiz başladığı türküyü hatırlamıyorum. 'Yeşil ördek gibi daldım göllere' miydi? En azından öyle hatırlıyorum şu an; söylemiş gibi...
Tuncelili, müzik öğretmeni, küçüklükten beri bağlama elinde... Karısı üç ay önce guatrdan ölmüş. Maaşı köyde bol bol yetiyormuş da, alkol de sevdiğinden ('Sizin gibi' diye ekliyor)İstanbul'da yetmiyormuş. Arada gömlek cebinden teker teker çektiği sigaralardan yakıyor, az küçüldükten sonra yanan ucu avuç içine çevirip içiyor. Böyle tutulan sigaradan alınan nefes de başka türlü oluyor, ciğerine kadar duyuluyor.
Laf birden siyasete geliyor. Başındaki 'gavat oğlu gavat'sa da CHP'ci. "Kime verem?" diye bize soruyor; "Bir tek Cem Uzan iyiydi, Amerika'yı dolandırmış adam neticede" diyor. Programının devamıymış gibi sonra, Mahzuni Şerif'ten 'Katil Amerika'ya geçiyor.
Kendi derlediği türkü olup olmadığın soruyoruz. Annesinden öğrendiği bir türküye başlamadan evvel uyarır gibi: "Ama Zazaca, olur mu?"
Öyle bir dil ki, ne dese acıklı... Bitirince "Ne anlatıyor" diye soruyorum. "Bir bayan üzerine..." deyip bir başka türküye geçiyor Zazaca. Bir daha soruyorum; "Üst üste geldi ama bu da bayan üzerinedir..."
Biz bira içiyoruz, o kaşığını bardaktan çıkarmadığı çayını bitiriyor. Sigara ve alkol parasını toparlayıp ayağa kalkıyor birden; el ederek uzaklaşıyor.

Çarşamba, Ekim 29, 2008

Beyin salatası


Öyle bir memleket ki 'Ulan bu varken buna dertlenilir mi' diyor insan, 'Ona buna hakkıyla ses etmezken, bu mu?' diye irkiliyor. Tatlı su muhalefetçiliğine, lifestyle anarşizmine, hip vatandaşçılık galeyanına paça bulaştırmak istemiyor. Sinirleniyor, öfkeleniyor; kaba etlerinin üzerinde tefekküre dalıyor.
Ama işte böyle böyle bu ülkede insanların dertleri birbirine kırdırılıyor. Ehliyet sınavına hazırlık kitabında geçmiş sınavlardan örnek sorular vardı; bir tanesini unutamıyorum. "Asit içmiş birine bulunulacak ilk müdahale nedir" sorusunun şıklarından birinde "Baz içiririm" vardı. Doğru yanıtı değil ama yanlışını hatırlıyorum ben. Gayemiz nötre ulaşmak yani...
Aradan kaç gün geçmiş; hafakan'a yazamadım diye ölmedim. Ama yazamadım diye sinirden çatladım. Yazmaya oturunca bir kalakaldım.
Bazı bazı niye yazdığını bile bilmiyor insan. Ama yazamadığında durum daha net. Sıradan gezdireceksin limonu; beyinlerinde...

Salı, Ekim 21, 2008

Gönderme/ Alma / Silkeleme


Gmail gibi yeni gelen anında yerini bulmuyor da, outlook'un gönder/al'ı gibi bir gün. Gönder yahut al demedikçe, buna mecbur kalmadıkça zihinsel giriş-çıkış yok. sonra bir basıyorum, hepsi birbirinin arkasına diziliyor, onun ağırlığı daha da felç potansiyelli.
Camı açıp da, aşağı sallandırıp da bir şey silkeleyen az erkek gördüm. Hatta gördüm mü?
Yatak örtülerini silkeler kadınlar sabah yatağı toplamadan önce. Üzerlerinden çıkanları silkeler, gardıroba geri koymadan önce. Masa örtüleri silkelenir, toz bezleri silkelenir. Kilimler ve halılar hatta... Kolları kaslı kadınlar vardır silkelemekten. Gül göbekli buldan halıları patiska gibi sallandırırlar, bayrak gibi dalgalandırırlar havada.
Silkelemek kadınsı bir faaliyettir, hijyen açısından silkelemenin faydası bilimsel olarak kanıtlanamadıysa da, ruh bilimi açısından kadınlara faydalı bir eylemdir. Silkeleyen kadın rahatlar. Havada tozların, iplik parçalarının, kuruyemiş kabuklarının, ekmek kırıntılarının toz bulutu olup uçuştuğunu görmese de, silkelediği şeyden neyi koparttığını bilmese de rahatlar. Silkeleyen kadının üzerinden bir kat kalkar.
Bir süredir silkeleyemiyorum. Eksi 1 evlerinin faideleri bolsa da, silkelemeye izin vermemelerinin karın ağrısı en az 5 sene sonra ortaya çıkıyor. Bir şey eksik diyorsunuz, yerden kendi boyunuz kadar uzak olduğunuzda silkelediğiniz pikeyle havada boşa bir pike attığınızı hissediyorsunuz.
Silkelemek istiyorsunuz.

Pazartesi, Ekim 13, 2008

Kablosuzluk özlemi


Utandırıcı bir süre uzakta geçmiş hafakan'dan. İnternet erişimi her şey değil, insanın kendisine de erişmesi lazım... Havaş diye tutturan bendim.
Girdiğim ülkeden bir hafta sonra çıkarken, bana "Siz buraya girmemişsiniz, buradan çıkmışsınız" dediler. Suratsız pasaport kontrolcüleri birbirine girdi. Bir yalan kıvırıyor muyum diye hiç çekinmeden alıcı gözle bakarken bana ara ara, bir yerlere telefon ederken kırmızı yanaklı Alman, alnı boncuk boncuk terledi. Kıvıracaksam da böyle yalan olmaz, girerken çıkarmış gibi yapılmaz, içi eriyerek üç kez özür diledi. Özür dilemek harddisklerinde yok. Ben bir haftalığına hiçbir yerde görünmenin keyfini yaşadım o esnada, arkamda dizi dizi uzanan benim gibi EU vatandaşı olmayanlar küfretmeye başlarken yavaştan, pasaportumda bir hafta arayla iki kez çıktığım ülkenin sayfasını diğerlerinden daha çok sevdim.
İki üç hafta arayla bikini ile yün hırka- mont- atkı üçgenini tatmış beden biraz vitamin kudretiyle ayakta duruyorsa, biraz da ne için olursa olsun bir müddet wireless dolaşmış olmakla dinç. 'Kablosuzluk özlemi' bir grup ismi olabilir mi?
Döndüm; kaloriferler yanmış. Döndüm; süt mısırcıların bir kısmı toptan kestaneye, bir kısmı ikili sisteme geçmiş. İzlanda'nın batışı zaten her yerde mevzu; bir komiklik... Sanki vaziyet burada farklı. Olay basit: Amerika yenilince, biz de yenilmiş sayıldık. 'Ben oraya hiç girmedim' desem...

Cuma, Eylül 26, 2008

Cansız yayın

Teorik olarak üç kişilik de olsa, dört kişiyi de alır o cüsseyle. Deri süsü verilmiş, siyaha yakın koyulukta bir kahverengi. Bir kanape; bir canlı.
Bu canlının manyetik bir gücü var. Ya da zaman içinde böyle büyümek, organlar geliştirmek kendi naturası. En çok gazeteler, tatil günü can çekmemiş bir yazı belki sonra okunur diye saklanmış haftasonu ekleri şeklinde uzuyor kolları. İçeri, kütüphaneye giderse unutulacağından, tez zamanda dokunuş planlanan kitaplardan fışkırıyor bir de. Kanepenin sırt yaslama kısmının duvarla birleştiği doğal rafta başlıyor. Önce daha az oturulan en sol yan, sonra en sağ... Kitaplar, kesik gazete sayfalarını da araya katarak birbiri üzerinde yükseliyor. Dergiler, çoklar... Hepsinin yayımlanma periyodları var ama okunma periyoduyla eşleştirmek ne zor. Oturma kısmının önce en sol, sonra en sağ kısmında üst üste birikmeye başlıyorlar. Boyları eşit olanları istiflemek sözde bir düzen sağlıyor. Bir süre sonra, alelacele çantadan çıkarılmış başka bir tanesiyle, üzerine belki bir de faturayla, bir CD kapıyla, boy boy defterlerle birleşerek ortaya doğru yayılıyorlar. Kanepenin kendisi çekiyor hepsini, manyetik bir gücü var. Ya da kim bilir nereden buluyor onları. Kanape bir süre sonra hakiki hizmetinden uzaklaşıyor, başka tür bir raf sistemi oluyor. Üzerine oturulmasın diye kendisi yapıyor belli ki bunu. Ya da naturası bu. Çünkü bir girişip kendi derisiyle tertemiz bırakıldığında, üç gün sonra başlıyor yine biriktirmeye, uzamaya, genleşmeye...
İçeride hakiki hizmeti bu olan raflar var. Raflar dolmuş, yeni kitaplar yere paralel vaziyette dik kitapların üzerine konmuş. Biri bir vesileyle yerinden çekilmiş, rafta yerini bulursa unutulur diye öne, vitrine çıkarılmış. Kitaplık da canlı, belki atom dizilişi el vermiyor düzene. Kesinlikle canlı.

Bilmediğim bir tarihe, rahat rahat, çok rahat okumak üzere ayrılmış kitaplar var. Hayatta okumayacaklarım da... Neden? Bir kuşun yuvasına dal, çalı çırpı toplaması gibi, yenilerini de getiriyorum eve. Rahat ama çok rahat zamanlarda okunmak üzere çok şahane kitaplarım, atmaya kıyamadığım dergilerim var.
O zaman ne zaman bilmiyorum. Beni bekliyorlar. Onların zaman sorunu yok. Bana bir şey anlatıyorlar. Geceleri aralarında konuşuyorlar, sabaha karşı sayfaları kalınlaşıyor, boyları büyüyor. Bu fabldaki en cansız benim; bana bir ders veriyorlar.

Cumartesi, Eylül 13, 2008

Beriki tarihler

Plaza tipi camlar içeriyi göstermiyor gündüzleri. Akşam olunca içeride açık unutulmuş tek bilgisayarın kedi yavrulu, saykodelik akışımlı ekran koruyucusu içerisini göstermeye yetiyor ama. Ben böyle mi görmüştüm, gündüz içerisini göstermeyen camlardan üzerinde "İleriki tarihler" yazan klasörü? Binanın muhasebe mi, idare mi, hangi işlevsel birimine ait olduğunu bilmediğim köşesinde çalışan birinin masasının yanında kendince kurduğu düzen... Bir klasöre "İleriki tarihler" adını verdiren zihin akışını anlamak istedim. Yüz gram şiirsellik ihtimalinin olmadığından eminim. Burada başka bir sistem, başka bir tür zaman algısı söz konusu. "İleriki tarihler"e dair işlerini mi diziyor oraya, ileriki tarih geldiğinde ne oluyor, ileriki ne demek?
İnternet öncesi "beriki" tarihler için lüzumlu bilgi için dün arşivden gelen bir dosyanın üzerinde de "Eski yıllar" yazıyordu! Bütün vazifesi "eski yıllar"ı tasnif etmek olan bir birimin bu başlığı atmasında başka bir zaruret olmalı. Onu düşünmek istiyor insan. Yılların ne zamandan sonra eski kabilinden anıldığını anlamak istiyor.
Geçenlerde bir taksi şoförü istikameti öğrendikten 10 saniye sonra "Abla herkes tozuttu" dedi. Durur muyum, kaşıdım. "Üç ay önce gördüğüm adam, bir laf ediyor, komple gitmiş beyin..." Vakalarla işimiz yok, sistemde anlaşıyoruz. "Zaten insan dediğinin beyni kuş kadar. Sıcaktan, ondan bundan, çabuk gidiyor..." Trafik açık...
Eski yıllarla ileriki tarihler arasında bunlar oluyor.

Pazartesi, Eylül 08, 2008

Şahane rakkamlar

Geçenlerde Hasbi'de balık yerken, sağ yanımdan biri yanaştı, kulağıma fısıldamaya yakın bir ses tonu, ama yılın haberini verir gibi bir heyecanla "Elimde çok şahane rakkamlar var" dedi. Döndüm, sayısalcı, kazı-kazancı, gençten bir oğlan. Gülmeye başladım, "Nasıl oluyor çok şahane rakkam?" dedim, elindeki desteden iki oynanmış sayısal çekerek, birinin C, diğerinin D kolonlarını gösterdi: "Bence bunlar çok şahane..."
"Tamam da," dedim, "neye göre şahane?"
"Bir kere, daha önce çıkma sıklıklarına göre" dedi...
Sadece o sağımdan yediğim "Elimde çok şahane rakkamlar var" cümlesi için ikisini de aldım, zaten 2 YTL'lik para üstünü teklifsiz iç etti.
Tahmin edersiniz, iki kağıt da, hele hele o şahane rakkamlar çok pis çöktü.
Bana hayatımda şans oyunlarından bir halt çıkmadı, piyangonun amortisi bile bin senede bir düşer. Zaten küçüklükten alışkanlıkla, önce son sayıya bakarım, en azından amorti varsa bilelim. Ondan sonra birer birer rakam arttırarak üst bölümlere geçmek, işi biraz kültür fiziğe, bir pazar bulmacasına dönüştürür. Çıkmayacağından o kadar eminimdir ki, ama o kadar eminimdir ki, beyhude bir faldır en fazla yaptığım.
Küçükken niye milli piyango biriktirdiğimi bilmiyorum, etrafımın çıkmamış milli piyangolarını biriktirdiğimde bir tomar edecek kadar talih kuşuna hasret insanlarla çevrili olduğunu sonradan farkediyorum. Resimlerine bakardım daha çok, belirli gün ve haftaları takip ederdim. Ünite defterlerime milli piyangodan kesilmiş resimler yapıştırdığımı biliyorum. Rakamları kestiğinizde o kadar acayip bir dekupe oluyor ki...
O kadar çok istiyorum ki bir çeşit piyangodan para çıksın, çok değil, günlük mesaiden yırtabileceğim kadar. Ama o kadar çok istiyorum ki, bunu bu kadar en fazla ben hissedebilirmişim gibi hissedecek kadar... O kadar şuursuzcasına...

Çarşamba, Ağustos 27, 2008

Havaş'a binesim var çok fena

Bu yazıyı yazmaya başladığımda daha saat 12 olmamıştı, kayıtlara çarşamba olarak geçiyordu; kim bilir bittiğinde saat kaç olacak. Daha şu anda 01:45.
Greenwich'e göre manasız bir yerdeyim yani. Bu yazının meridyeni neresinden geçiyor?
Bir süredir canım saat farkı çekiyor. İstikameti bilmiyorum ama batıya gitmesi hep zevkli. İndiğiniz yerde saati geri almak kadar şahane bir şey var mı hayatta? Zaten sayılı gün... Dönüşte varsın Yeşilköy'den başlanarak yensin bütün günüm.
Uzun bir uçak yolculuğunda, binmezden az evvel yediğim klima rüzgârıyla ateşimin çıktığını, çekik gözlü hostes ablaların verdiği ilaçla sıkı bir uyku çektiğimi, yemek saatini çoktan kaçırmama rağmen bir anne, bir sevgili özeniyle aynı hostesin bana yemek getirdiğini hatırlıyorum. İstanbul'a indiğimde bayağı iyiydim, aradan 12 saat geçmişti. İnsanın saatini birden 12 saat ileri atması ne tuhaf...
Küçükken dünya üzerindeki bütün saatlerin aynı anda aynı rakamı gösterdiğini sanırdım. Ama buna da inanamazdım. Benimki genelde 4 dakika ileridir; buna alıştım. Ama tasarruf saikiyle saatler ileri alındığında değiştirmeyip kaç ay eski usule aritmetik yapan tanıdıklarım olmuştu.
Saatle oynayabilmek ne kadar inanılmaz. Sadece bu yüzden gezesi geliyor insanın...
Ama doğu-batı istikameti arzulanan hissi veriyor. Sekiz saat uçup da kolumuzdaki saat doğru olarak inmekte bir eksiklik var.
Önünden neredeyse hemen hemen her gün geçiyorum, etkisi bitmiyor, Havaş otobüslerini görünce içimde bir şey oluyor. Yaz sıcağında binip klimasıyla üşümeyi, çantamı yan koltuğa koyup da düşmesin diye fren kollamayı, biletimin orasını burasını okumayı ve dış hatlarda inmeyi özlüyorum.
Aşağıdaki saate bakmayın; şu an 02:19, perşembe.

Salı, Ağustos 19, 2008

Kese kağıdı evreni

Lafın yine sineklere gelmesi benim elimde değil, yazmaya başlarken yanıma aldığım kırmızı eriklerden birini ısırınca, mevzuya girme istikametim birden değişiverdi. Meyve sineklerinden ürküyorum. Tanımlı hayvan korkuları yüzünden hiç değil, ne olabilir, ne yapabilir ki... Ama pazardan güzellerini elinizle seçtiğiniz eriklerin ortasından, diyelim bir hafta on gün sonra fırlayıveren bir başka canlıdan, bir kese kağıdının daha büyükleri tarafından kapsanmış küçük bir evrene dönüşmesinden ürküyorum. Bir şeftalinin için için bozulmaya başlamasının, çürümesinin, ölmesinin öncesinde, çekirdeğinden yeni bir şeftali yaratmadan çok çok önce, küçük bir sineğe rahim olmasına şaşırıyorum.
İçten içe olan her şeyde böyle ürküntü verici bir yan var. İçten içe gerinen fay hatlarında, içten içe köpüren bitkisel hayattaki yanardağlarda, içten içe çatlayan duvarlarda, içten içe ölen asırlık kavaklarda, içten içe kansere kesen hücrelerde hep böyle bir yan var. Bilemiyorsunuz, anlamıyorsunuz. Bir gün kendi işaretiyle geçmişini döküyor önünüze, meğer bir müddettir neler olmaktaymış diyorsunuz. Doğa kendini aynı yöntemle yapıyor, içten içe. Ama doğal, toplumsal ve kişisel afetler de tıpkısının aynısı... Ürküyorsunuz.
Dün iş münasebetiyle telefonda gayet düzeyli konuştuğumuz biri, yapması gereken bir şeyi neden yapamadığını açıkladı: Yemekten sonra bana bir ağırlık çöktü... Bu cümle öncesi sinirliydim, çünkü o yüzden benim işim aksıyordu. Bunu duydum, çözüldüm. Yemekten sonra çöken o ağırlığı bilmiyorsam, bunu anlamayacaksam zaten yuhtu bana. Bu bir doğa kanunuydu.
Bilhassa içten içe içimizde dönenlerden korkarım.
Bir de meyve sinekleri üzerinde yapılan kanser deneylerini anlamam hiç...

Pazar, Ağustos 10, 2008

Maskeli kahraman iyidir

Bir iki gün evvel Edirne'nin Menziliahır mahallesinde 'uçan adam' söylentileri üzerine mevlit okutulması haberi farklı rüzgarlarla savurdu beni. Duymayan var mı? Minare boyu zıplayan bir adam görüyormuş mahalleli bir süredir; korkuyor, alamete isim vermekten imtina ediyormuş. Ne yapmışlar, mevlit okutmuşlar.
Uçan adam deyince benim aklıma en önce 'Kilink Uçan Adama Karşı' geliyor. Yönetmen Yılmaz Atadeniz, sonradan Kilink'i 'canilerle' karşı karşıya getirecek olan Çetin İnanç o zaman asistanı... İnanç, 'Jet Rejisör'de anlatmıştı bu tür filmlerde adamların nasıl uçurulduğunu. Arkaya mavi karton; pelerin farz, vantilatörle gerekli havalandırma efekti veriliyor, inandırıcılık uçmakta olan şahsa bağlı. Sonra havadan bir İstanbul görüntüsü üzerine iki negatif birlikte basılıyor. Bu, başka tür bir 'uçan adam' olan İnanç'tan dinlediğim en 'normal' hikâye... Ama şu aforizmayı da anmadan geçemem: Maskeli kahraman iyidir.
Neden iyidir? Alttaki Cüneyt Arkın mı, amca oğlu mu kimse farketmez. Kaldı ki prodüksiyon amirini bu yöntemle esas oğlan yaptığı filmler var. Onun dışında maske tabii iyi, gizem garantili, tesir katmerli...
Menziliahır mahallesini, asmaaltı kahvesini başka bir vesileyle hatırlıyorum. Dört beş sene önceye denk düşen üç kişilik, Kakava zamanı Edirne seferimizin bir safhasını, Unkapanı'nda iki albümünü bularak sözlerdeki absürtlüğüne hayran olduğum 'Kurbağa Metin'i bulmaya ayırmıştık. Bulduk da... Kurbağa Metin Menziliahır'dandı... İlgimize önce şaşırdı, sonra teslim oldu, eve koşup bir tomar yeni sözlerle döndü. Mahallede müziyen olmayan zaten az, enstrümanını kapan uğrayınca, kahvede üç demlik çay ve kapalı gişe bir konserle sarhoş olmuştuk. Bir de bize gösterdikleri VCD hafızamda... Bir diskoda, dumanlı mumanlı efektlerle çekilmiş, Roman pop derlemesi; made in Bulgaria... Sade VCD değil, günün tamamı kemiksiz fantastikti.
Gördükleri uçan adam maskeli miydi acep?

Pazartesi, Temmuz 28, 2008

Sinek noir

Bazı insanlara duyuğumuz nedensiz soğukluk ekseriyetle ileride kendini deşifre edecek bir hakikatle nedeni bulur. Ama bazı hayvanları nedensiz sevmeyiz ya da nedeni kolektif bilinçaltının çok halka berisindedir; inemeyiz.
Karasinek seven birini görmedim. Nedenlidir. Sevilecek bir yanı yok sayılır bir karasineğin; yapışkandır, sabah uykusunu pek fena tahrip edebilir, hiçbir şey yapmasa dahi pisliği çağrıştıran bir hali vardır. Fakat bir karasinekle yol filmi çekebilirsiniz. Karasinekler, emekli Alman çiftlerden ziyade Amerikan bağımsızları gibi çok güzel gezerler.
Beşikaş'tan bir taksiye atlarlar, Gümüşsuyu'nda dışarı atılan bir sigaranın peşinden camdan süzülürler. Taksim'de kırmızı ışıklarda bekleyen bir mali müşavirin arabasına atlar, müşavirin terli ensesini küçük küçük yoklayarak Yenikapı'ya kadar gelirler. İskelede mısır yiyen bir çocuğun koçanından otlandıktan sonra feribota atlayıp Bandırma'ya geçerler.
İnerken boru taşıyan bir kamyonun ön camına içerden yapışıp yolda şoförle birlikte türkü söylerler. Balıkesir'i geçince bir benzincide atlayıp, yanda kendin pişir kendin ye'cilere sulanırlar. Mangala bir sürahi su döküp kalkmak üzere olan bir ailenin 'Geç kaldık' kavgasına karışır, onların muayenesi eksik arabasıyla İzmir girişine kadar gelirler.
Terlerini, kalkmakta olan bir Havaş'ın klimasında atar, check in'i beklemeden Barcelona'ya giden bir uçağa binerler. İndiklerinde akşamüstü olur, susadıklarından hemen trene, oradan metroya atlayıp Barceloneta durağında inerler. Kumsalda leziz bir esinti vardır, kendilerine bir Pinacolada söylerler.
Yapsalar, yaparlar.

Cuma, Temmuz 18, 2008

Köstebeklerin ecdadına...

İlk mail bir iki ay önce gelmişti. İçim sıkıldı okurken, ama silemedim de. Bana, şirket yöneticisi asla olmayan birine, 'Köstebek'le şirketiniz kontrol altında' konulu bir kampanya duyurulmaktaydı:
"Personelinizi KONTROL altına alabilmek için Binlerce USD harcayarak Server, Firewall ve Benzeri programlar almanıza gerek kalmadı."
Copy paste'e üzülerek devam ediyorum:
"*İzlediğiniz Bilgisayara Bağlanıp Masaüstünü seyredebilir ve kontrolü alabilirsiniz.
* Terminal Makinalarınızdan gizli dosyalar dahil olamak üzere tüm HDD'yi görebilir isterseniz Dosya transferi yapabilirsiniz.
* Terminal Makinalarınızın tüm MSN ve Sohbet programlarının Kaydını tutar, İstediğiniz zaman detaylarıyla beraber okuyabilir. İsterseniz Yazdırabilirsiniz.
* Terminal Makinalarınızın tüm Web Geçmişleri Kayıt eder, İstediğiniz zaman Günlük, Haftalık ve Aylık olarak ayrıntılı şekilde görebilirsiniz."
Yuh dedim, kapadım.
Bugün bir yenisi geldi 'Personellerinizi takip edin' başlıklı olarak. 1500 kişiyi parmak izlerini alarak içeri sokmanın ederi sadece 600 dolar artı kdv.
Aynı pakette bir personel devam programı tanıtılıyor. İcat sayesinde giriş, çıkış saatlerine, mola ve dinlenme için ayrılan zamana bakarak otomatikman ücretlendirebiliyorsunuz. Ne kadar şahane...
Günde kaç sigara molasına izin var tartışması sürerken bugün üzerine lavabo takip sistemiyle ilgili bir haber okudum gazetede. Basbayağı tuvalet girişine kart okutturan şirketlerde içeride ortalama ne kadar kaldığınız da kayda düşüyor. Belli bir sınırı aşan bağırsak faaliyetleri de maaşınızdan düşebiliyor yani.
Müjdeler bitmiyor. Şirket girişlerine göz ve parmak izi tarama sistemlerinden sonra artık 'damar tanıma sistemi' sistemi koymak akıllıcaymış. Elde yara izi falan olsa da damardan, kemikten hiçbir şey kaçmıyormuş. Sıfır hata payı. İnsanın içi rahat ediyor, hakkınız asla yenmeyecek yani, ne kadar şahane...
Bunu icat edebilmek için uğraşanların beynine, o şirket sahiplerinin gelmişlerine geçmişlerine...

Pazartesi, Temmuz 07, 2008

Gerçekçi ol, sana yakışır


İstediğim anda burnumun ucuna getirebildiğim bir koku, kendini kazıtmış bir ses... Gerçi böyle olduğunu yeni farkettim.
Güneş batmaya yakın bir anda senkronize çalışmaya başlayan bahçe fıskiyeleri; kötü toprak ve günün tozunu kusan beton kokusu. Geçen hafta iş yerinde birden farkına vardığım bu ikiliyi, hafızamın aileli çocukluk tatilleri klasörüne kaydetmişim meğer. Çok doğrudan bir çağrışım değil aslında, yine de hatırlattıklarıyla içim sıkıldı.
Oteller değil de daha ziyade bütçe el veren pansiyonlar, tek kullanımlık kiralanan devremülkler. Yazlığı olup da her yaz aynı yere giden arkadaşlarımı nasıl kıskanırdım; aradan üç mevsim geçmemiş gibi her yaz başı yarım kalmış bir oyuna başlayanlar, 5 yaşında başlayıp birlikte/ ayrı ayrı büyüyenler... Zaten yalnız durmaya teşne bir çocuk için her sene ayrı bir tatil beldesinde, aileyle kös kös oturma ile arkadaşsız durmanın utancının birbirine karışmasının adı tatil oluyor böylece...
En sinir olduğum da annemlerin 'E hadi git kendine arkadaş bul' telkinleriyle beni gece çay bahçesinden, gündüz sahil şemsiyesinin altından dışarı itmeleriydi. Çok sinirlenirdim. Sanki büyükler böyle arkadaşlık kuruyor. Ben neyim ki, öyle dilenir gibi... Sinir küpüne dönerdim, mesela yedi buçuk yaşında bir kız çocuğu olarak muhtemelen tansiyonum falan yükselirdi.
Tatildeyim. Tanımadığım hiç kimseyle konuşmuyorum.
Yolda gördüğüm bir kamyon arkası yazısı üzerine tefekkürle meşgulüm daha çok: 'Gerçekçi ol, sana yakışır'. Böylesini görmedim çünkü.

Cuma, Haziran 27, 2008

Söğüş kelle kurgusu


Güneş batmaya yakın o kadar sarı olmaz. Deniz dalgalıysa dalgalıdır, dalgalardan sadece bir tanesi kıyıya yakın o kadar kabarmaz. Hadi kabardı diyelim sahile o kadar derin ilişemez. Kumsala o kadar yakın ağaç olmaz.
Bugün bir hastane odasında bir resmin içine girdim. İçine giremeyeceğim kadar kötü bir resimdi. Odada beklerken başka içine girebileceğim hiçbir şey yoktu. Çok saçmaydı, kuralsızdı, kuralsızlığında bir güzellik yoktu. Barton Fink'in adını hatırlamaya çalıştım. Filmi düşünmek daha iyi gelebilirdi.
Duvardaki elbette ki bir reprodüksiyon ama kimin belli değil. Bu kadar kötü bir resmin çoğaltılarak benim beklemek zorunda olduğum odaya çivilenişinin hikâyesini merak ediyorum. Başhekimin karısı mı yapmış, yoksa kendisi mi?
Yine de girmek istedim içine. Bir film kurgusuna özendim. Orada başka bir hikâye sürsün istedim. Bayatlamış bir film numarası. Ama insanın canı çekiyor. Geçenlerde bir araştırma okudum bir blog'da, filmlerin beyin aktivitelerine etkisiyle ilgili. Mesela Hitchcocklar benzer kısımları uyarıyor loblarda. Bunu biz de söyleyebilirdik, ama işte bilimsel ispat durumu. Zaten geçen hafta içinde bir bilimsel araştırma daha yayınlandı, bilimsel araştırmaların sahtekârlık dozuna dair.
Filmler izlenir, filmler unutulur; ilkçağlardan beri böyle. Ama kurgu daha sinsi, düşünce sisteminize sızabiliyor. Gerçek göz hareketlerinizin dışında hiç bakmadınız mı etrafa? Göz kısmalar, normalde gereksiz kaçacak pan'lar yapmalar, göz ekranında pencere açmalar, duvardaki bir resmin içine girmeler... İsteyen biliminsanı bunları araştırsın; bir ben miyim anormal?
Bunlar olan şeyler; ilkçağlardan beri.

Pazar, Haziran 15, 2008

Bir şeyler oluyor


Bazı şeyler var:
Şu sıralar mesela acayip bir ıhlamur kokusu var. Ihlamur ağaçlı sokaklarınızdan, bir şeyi unutmuşsunuz bahanesiyle geri dönüp tekrar geçiniz. Zira geçici... Bilinmeyen bir yere ışınlanabiliyor insan, daha önce ıhlamurlu bir hatıratı yoksa kayıtlarda.
Bir kuyrukta beklerken, tam beklediğinizin teslim anında, bir arkanızdakinin hamlesi anı vardır. Siniri sınırlı katsayıda göstermeye gayretli bir edayla 'Pardon' dersiniz, 'Hani biz buradayız' manasında. Hani "18 dakikadır sırtımı görecek vaziyette beklemedesin, şimdi bu ne celallenme!" babında... Bir cinayet potansiyeli görürüm o bilmiş bilmiş dillendirilen 'E tabii buyrun' kısmında. Sanki 'Ha bu kadın deli, önce bakın bari ona' der gibi.
Ev kadınlığının doğasında, kaynağı flu bir iddia, obsesyona dönüşmeye meyyal bir meydan okuma var. Hiç o taraklarda beziniz olmasa da, ocak temizlerken daha temizi, lavabo ovarken daha beyazı, dolma sararken daha incesi bir hedef olarak kendiliğinden önünüze çıkıyor. Buna kapılmak o kadar kolay ki, bu müsabakaya adınızı yazdırdığınızı bile hissetmiyorsunuz.
Eski eşyalar var, kullanılmaz olmadıkları için kullanılmakta diyelim. Onların da başka bir akrabalık ağırlığı var. Bayram, seyran ziyareti gibi hayatta devamlılıkları. Atmak ayıp gibi, ama sağlam yapılmaları benim suçum mu, hayatımın sonuna kadar onunla mı yaşamalıyım mesela? Benim evimde 8 yaşımdan kalma eşyalar var; bu çok fazla... Bunun ayarını bilemiyorum, atmaya dair ahlaki kararı veremiyorum. Yeni tapınmam hiç olmasa da eskiye müptelalık korkusu çözemediğim bir mesele olarak duruyor.
Zamanında karşılığı verilmemiş laflar, edilememiş küfürler, fırlatılmamış eşyalar var. Bunlar potansiyel olarak hissedilmese hiç mesele değil, ama beklenmeyen bir yutkunmada yapılmamışlıklarıyla aklınıza düşebiliyor.
Bunlar oluyor.
Bunların belki de hiç ilgisi yok birbiriyle.
Öyleyse bile, bence var.

Pazartesi, Haziran 02, 2008

Çift sayılara nefret

Bir vesileyle elime Selim İleri'nin 'Daha Dün' isimli kitabı geçmiş, evden çıkarken kitap almamışım yanıma, evden çıkarken böyle bir gün olacağını da bilememişim, Selim İleri'yle kalmışız sahile bakan bir masada.
Eski romanlarına/romanlara göndermelerle, en sıkıcı ruh durumunu bile bir huzurla anlatıyor. Kendisini, bugünden baktığı çocukluğunu didikleyişinde, acımasızlığında bir güzellik var. Adam bundan müteşekkil diye hissediyorsunuz, birini bir parça anlayabilmenin güzelliğine dönüşüyor okuma. Türk edebiyatında çeşitli kadın karakterlerin elbise kuplarından, erkek kahramanlarına ille cinsel soğukluk aşılayan Yakup Kadri'ye, aynı kaldırımda yürüyen farklı insanlar gibi her bir bölüm kitapta. Birden beklenmez derecede benim olmasından mı günün, kahve de bir güzel geldi zaten.
Ara ara okuduklarımın bana çağrıştırdıklarına iki paragaf kadar dalıp ama bu yuvarlak geçişi de dert saymazken yan masaya kaydı kulağım -yine...
Aynı üniversitede okudukları aşikar bir çift oturuyor. Uzunca bir süresini kaçırmış olabilirim sohbetlerinin ama böylesi bir hardcore noktaya gelebilmek için de zaman gerekirdi; iyi olmuş. Parçalardan kaptığım kadarıyla bir süre ayrı kalmışlar, yeni barışmışlar. O ayrılığa vesile olmasa da bir hamilelik mevzubahis, sonlandırılmış bir hamilelik... Kız 'Sinirimden sana cenin yollamayı düşündüm bir kavanozda' diyor. Bundan sonrası ayrı oldukları dönemde kızın nasıl 'delirmiş' olduğu üzerine. Arabasının lastiklerini indirmek istemiş, bilmem ne şifresini kırıp bilmem neleri okumuş, okul bahçesinde çift gezen herkese kızıyormuş... Hem ketum bir kişi olduğundan hem de yeniden kavuşmuş bir çifte göre fazla heyecansız ve hadi diyelim cool konuşmasından, bana daha yakın olmasına rağmen oğlanın tüm bunlara ne karşılık verdiğini çok anlamıyorum. Ama tüm bu ceninler, şifre kırmalar ve vandallık planlarına rağmen, ses yükselmiyor, bir tane 'Sen tozuttun mu' çıkmıyor. Çünkü oğlan da gizlice kızın başka bir şeyine bakarak bir gece karaoke'ye gittiğini öğrenmiş çünkü. Ve nihayet bir aradalar, o ayrı günler geride kalmış... Mutluluk neyse, o yani şu an ulaştıkları...
En heyecan nüvesi barındıran anları bunları konuşurkendi, gerisi daha çok 70'lerinde emekli bir çiftin sahil gezmesine benziyor. Hani 15 dakikada bir birinin 'Iphone'lar iyi miymiş bey!' diye sorması gibi... 20 dakika sessizlikten sonra 'Tarkan da sahnede bayağı kötüymüş' gibi...
İki taraftan fazla sıkıştırılınca kalktım. Yolda, yan masalardan duyduklarım üzerine ne kadar fazla yazdığım aklıma geldi. Kendi masama oturanları o can kulağıyla dinlemiyor muyum, benim masamdakiler çok mu sıkıcı, çok mu ben?

Pazartesi, Mayıs 19, 2008

Şehit/nazar/kader

Bugünün Vatan gazetesinden... Bir okur Süleyman Ateş'e soruyor. Aynı köşede satrancın günah derecesine kadar türlü incelikli gündelik mevzunun din süzgecinden geçirildiğine şahit olmuştuk; istikameti ekseriyetle okurların soruları belirlemekte.
İsmiyle cismiyle bir okur der ki: "Çalıştığım firmanın yetkililerinden olan bir bey geçen gün trafik kazasında öldü. İki çocuk babasıydı, yaşı da henüz 35'ti. Acaba o şehit mi oldu? Herkes nazar değdi diyor. Ben de kader diyorum. İnsanın ölümünü nazara bağlamak doğru olur mu?"
Çok net. Çok sakin. Özünde bir soru soruyor olsa da, çok emin. En azından sorunun cevabının bu üçlüden biri olduğuna emin. Bu ölümün ardından bir çıkarım yapmak istiyor. 35 yaşında, iki çocuklu, bir firmanın üst düzey yöneticilerinden biri... Bir trafik kazası; bütün kazalar gibi apansızın geliyor. Şimdi bu üçünden biri olmalı. Ölmeye asla yakın durmayan, haydi o vıcık dile tercüme edelim, ölümün hiç yakışmadığı adam olsa olsa şehit midir? Okuyucu, herkesten farklı düşünüyor bir yandan da. Herkes ne diyormuş: Her şeyi o kadar mükemmeldi ki adamcağızın, ancak ve ancak nazar değmiş olabilir. Şehit değilse, okuyucu teşhisi koyuyor, bence kader diyerek, hocasından eyvallah diliyor.
Cevap daha çok nazar üzerine. "Elbette nazar vardır ama ben nazarın bir insanın ömrünü uzatıp kısaltacağına inanmıyorum" diyor hoca; "Her can kendisine biçilen ömrü tamamlamadan ölmez çünkü." Yani trafik kazasında ölen de eceliyle ölmüş oluyor Ateş'e göre: "Arkadaşınız feci kazayla öldüğüne göre şehit sevabı alır inşallah. Böyle kazalarda ölenler gerçek şehit değil ama şehitlik sevabına eren hükmi şehitlerdir."
Böylece bırakıp gideceğim.

Pazartesi, Mayıs 12, 2008

Neden böyle be google!


İşin teknik kısmını bilmem, ben gözümün avladığına bakarım. İlla kendi yazdığınız blog olması gerekmiyor, herhangi bir sitenin bir kenarına açığa konmuş, kaç kişinin girdiğini söyleyen sayaça tıkladığınızda, yüklenen sayaçın fasilitelerine göre bu rakamın dışında da bazı bilgiler edinebilirsiniz. Benim en sevdiğim, arama motorlarından blog'a rastgele ulaşmış olanların, hangi kelimeleri ararken oraya düştüklerini görmek.
Hafakan'ı yazmaya başlayalı bir buçuk sene oldu, artık Türk insanının google'da arama alışkanlıklarına dair az buçuk bilgiye sahip olduğumu hissediyorum. Aramaktan öte yapılan sıklıkla başka bir şey: İnsanlar soru soruyor... Google sanki bir devlet dairesi, sanki bir kanka, sanki her şeyi bilen bir alim... Neticede bilmediğimiz bir şeyi arıyoruz ama derdim ifade formülünde, arama şeklinde...
Bir kelimenin İngilizcesini merak edenler mesela bir sözlük sitesine girmiyor, 'bilmem nenin İngilizcesi ne?' diye soruyor. Cümle kalıbı '... adresi ne?' Hem hafakan, hem başka blogların sayaçlarından çok acayip bir arşiv birikti. 'Hayko Cepkin'in gözü neden öyle?' diye soru gördüm ya. O var mı, bu var mı? Var mı diye sorunca olmaz ki ama... Ya da ne demek diye...
Tam soru formatı olması da, şöyle şeyler de var cımbıza takılan:
Penis büyütmede son nokta (bu cümle kalıbıyla ulaşım mümkün mü), güzellik salonu için sloganlar, bilmem nenin hedef kitlesi (hınzır küçük işletmeler), penis büyümüyorsa ne demek, ali kırca'nın hotmaili (sonra iki nokta üst üste ve yazacak değil mi?), uzayda kaç tane uzay istasyonu var bununla ilgili dergiler (bütün bu talepler google'dan), tayyip "facebook profili" (mecra yanlış), hafakan ne zaman olur (buna yine de kanım ısındı), normal yollardan penis büyütme (normal?), popstarda bülent ersoyun azerilere yorumu (bu kadar spesifik), biberin içinde glikoz varsa neden tatlı değil (soruşturmacı)...
Neticede başka yerlerdeki kelimeler eşleşmiş, google onları çoook yanlış yerlere atmış, şu masa değil karşıki diye sallamış. Torpil de işlemez.
En sevdiğimle bitireyim: Nedenleri bilmediğimiz şeyler...

Pazar, Mayıs 04, 2008

Quit the game


Önce açtım hafakan'dan temiz bir sayfa, sonra bir müddet bakakaldım. Pis bir iç daralması var üzerinize afiyet... Sonra dedim ki, dükkan bizim, üstelik her türlü asabi teheyyücatta, bayılmalarda, sinir nöbetlerinde, tıkanıklarda falan diyerek bir tabela asmışız yana. Ayıp yani. Alalım bakalım iki damla, kana tesirini birlikte bekleyelim.
Önce bir müziği değiştirdim. Radio Paradise'ın bu saati, şu an yapmaktan imtina edeceğim iç döküntüsü şarkılarına denk geldi. Ben gelemem. Keny Arkana koydum teybe. Marsilyalı rapçi bir kızımız, farahlatıcı... Öyle yalandan dolandan isyan diye bağırmıyor, adını koyuyor. Caddelerine panzer girmiş Nişantaşı'nı anlatabilirdim. Mağazalara çil yavrusu gibi dağılan o model kadınları işte... Cities'in güvenlik görevlilerinin kapıya etten duvar örüp içeri limonlu birinin sızıntı yapmasını engellemeye çalışmalarını... Biberden kaçışanlara apartman kapılarını bilhassa kapatanları... Bir tane açan oldu ama, göbekli saçsız bir amca. Bir de ayık bir kadın hatırlıyorum, o modelden olmasına rağmen 'Ayol o bombaları polis atıyor' dediğine göre, yanındaki saçı oryal üzeri sarılılar neler demişler belli. 4 Mayıs'ta 1 Mayıs geçmiş oluyor ama geçmemiş de...
4 Mayıs'a 2008'e kadar başka geçmiş bir sürü şey de var. İşler güçler güçlükler, kime desem 'ha ben de...' diye paraleliyle eşlik edebileceği haller. Hiç kimse özel değil.
'Ben X', bu senenin festivalinde gösterildi. Asperger sendromlu bir genç adamın bilgisayar oyununda kurabildiğini gerçek hayatta kuramayışı, ama ayakta durmanın yolunu oradan çıkarışı... 'Quit the game' hakikatte de vaki... ...diyor.
Sinir olduğum bir yazı modeline gidiyor, gidiyorum.

Cumartesi, Nisan 26, 2008

Ehliyet ve keyfiyet


Dün bir vesileyle kimlik göstermem gerektiğinde farkettim. Ben ehliyet alalı 11 yıl olmuş. Elimde bir süre tutup beklemem gerekti, üzerindeki fotoğrafıma baktım dikkatli. Fotoğraf daha da eskiden, yirmili yaşların başı, hem parlak hem hiç o yaşa denk düşmeyen mahsun bir duruş...
Ehliyetim köşelerinden çatlayarak, milföy katlarına bölünerek Şoför Nebahat etkisi yaratıyorsa da, ben araba kullanmıyorum. Kullanışlı ebatından daha çok, ehliyeti kimlik olarak kullanıyorum sadece. Ehliyet imtihanından sonra iki kez oturmuşumdur direksiyon başına. Arabam yok, gereken sinir sistemi pratiğim eksik; dört tekere ihtiyaç duyduğum hallerin çoğu akbile, taksiye çok zahmetsiz dönüşüyor. Araba satın almaktan çok daha ucuz, başağrısı az.
Lakin geceleri istikametsiz çıkıp öyle şehirde dolanmak için bir arabaya şiddetle ihtiyaç duyuyorum bazen. Müzik teçhizatı olmayan bir arabanın bence ön camı eksik. Öyle bir sahne işte; imreniyorum.
Camlarla çevrili olsa da dört yanı dışarıya kapalı bir aygıtın içinde olmanın, güvenli bir izolasyonu, ruhsatla falan alakası olmayan ruhani bir mülkiyet garantisi var. Çitleriniz çevrilmiş, üstelik gidiyorsunuz, yanınızdan başkaları geçiyor, aynı yıldız sisteminde ayrı gezegenler gibi hareket ediyorsunuz. Çok görürüm, trafiğin tıksırıklamaya başladığı anlarda aynaya yönelir insanlar. O düpdüzgün giyinmiş, 'dışarıda' bunu yapanı görse ayıp kabilinden cıkcıklayacak kadınlar aynada dişlerinin arasına kaçanı çıkarırlar tırnaklarını yan keski gibi kullanarak. Ev, hatta ancak kapısı kapalı banyo aynalarında yapacakları yüz buruşturmalarıyla bakarlar dikiz aynalarına. Makyajlarını mı kontrol ederler, kırışıklıklarını mı? Burunlarını karıştıran adamlar görürüm, o kadar çabuk unuturlar ki araba dediğiniz şeyin yan taraflarının camlı olduğunu. Kendi kendine konuşanlar, belli ki bağırarak şarkı söyleyenler...
Arabanın mahremiyeti çok kolay ikna eder insanı. Bu yüzden güzeldir, yanılması tatlıdır, ondan bundan kendinden kaçmaya iyi gelir istikametsiz kontak çevirmeler...
Çok eskimiş ehliyetim.

Salı, Nisan 15, 2008

Fasulyeden hikaye


İki iş arası kaçamak... Cihanbarış'ta çay... Güneşe sırtımı vermişim, yumrular çözülüyor yavaştan...
Önümde bir dergi açık, ama gelen geçene bakıyordum. Askılı tişörtlerini muhtemelen yastıklarının altında saklayan kızlara, terden ceketlerinin sırtı akordeon gibi olmuş mobil vaziyetteki muhasebecilere, ite kopuğa, ben işteyken meğer bunları yapan insanlara... Sonra uzun zamandır görmediğim bir şey gördüm. Mavi önlükleriyle bir grup ilkokul öğrencisi kız geçti. Yanlarında büyük yoktu. Önce İstiklal Caddesi'nden yürüyerek okula gitmenin, sonra içerde Niğbolu Zaferi'ni dinlemenin tuhaflığı geldi aklıma. Tek başlarına gittiklerine göre, mahallelerindeler. İstiklal Caddesi'nde yakartop, İstiklal Caddesi'nde kukalı saklambaç, İstiklal Caddesi'nde don-ateş; tuhaflıklar zincirime eklendi.
İşte sonra, saçları örgülü bir tanesinin elinde uzun zamandır görmediğim bir şey gördüm: Bir kavanoz kapağında pamuğa dikilmiş de boy vermiş fasulye...
Ya o nasıl bir saadettir, her gün ıslattığın pamuktan fasulyelerin kendilerine bir delik oyarak fışkırmasını görmek... Çıktıktan sonra su ayarı mühim. Çok verirsen boyuna uzar da uzar, sevimsizleşir.
Başka deneyler de vardı. Sek süt şişesine katı yumurta sokuluyordu bir şekilde... Alttan ısıtıyor muyduk neydik, yumurtayı yutuyordu şişe. Ne fantastik...
Bir de küf deneyleri... Peyniri, ekmeği ayrı kaplarda küflendiriyorduk. Bu deneyi ben çoktan denemiştim halbuki. İştah şurubu kuvvetiyle ayakta duran bir çırpı parçasıydım, beslenme çantasından çıkan bir şeyleri mutlaka yiyemez, annem kızmasın diye söyleyemezdim de. O turuncu plastik kabı her gün eve boş götürürdüm. Ama yiyemediğimi atamazdım, yakalanacağımı sanırdım, ayıp gelirdi, günah gelirdi. Kokusu şu an burnuma gelen kaskatı kösele çantanın ön gözü, böyle ayrı poşetlerde küflü bir koleksiyonla dolardı. Zabıta olarak annem basardı bir müddet sonra...
Sonra metroya bindim, işe gittim. Öğlen yemeği kaçmamış...

Pazar, Nisan 06, 2008

İki insan, tek ayakkabı


Ne zamandı, işim mi yoktu ya da çok mu fazlaydı, gazetede 'Yüzme bilen yatılı garson aranıyor' diye bir ilan görmüştüm. Bir garsonun neden yüzme bilmesi gerektiğini anlayamadığımdan, işte burnuma ağzıma layık bir koku geldiğinden aradım. Bir teyze açtı, nedir diye sordum, adalardan bir tanesinde, sahilde bir restoranmış. Eee... Bunların kendi deniz bisikletleri falan varmış, ara sıra onları sahile çekmek gerekiyormuş. Tedbiren yüzme bilen eleman aramaktalarmış. O kadar tatlı anlatıyor ki teyze ve öyle tatlı bitiriyor ki: "Ama yavrum, sen kızsın, seni rahat bırakmazlar. Seni alamam..."
Geçen cuma bir ada vapurunda bu ilan geldi aklıma; istesem ikna ederdim ben o teyzeyi. Şimdi rahat mıyım?
Son iki üç günü, oranın yerlilerinin bizim geliğimiz tarafı İstanbul diye andığı yerlerde geçirdim. Az önce, İstanbul'da, evimde, TRT2'de 'Korkuyorum Anne'nin üçte ikisine denk geldim, hiç izlememişim gibi gülerek izledim. Oradan da dilime yapışmış olabilir, insanlar ikiye ayrılır diyorum, bir sürü şekillerde... Birincisi yazlık ilan edilmiş mekanlara yazın gidenler, ikincisi yazlık ilan edilmiş mekanlara bilhassa kışın gidenler. Tıksırıklı gökyüzünde nefes açanlar, o bomboşlukta açılanlar, o çamurda, o el değmemiş mevsimlerin üç adıma bir düşen çöplerinde temizlenenler...
Boş sahillerde, kabin kapıları menteşelerinden sökülmüş plajlarda yazdan sonra birikmeye başlayan şişeyi, poşeti, sigara paketlerini anlarım, ama anlayamadığım başka bir koleksiyon var: Tek terlikler, tek ayakkabılar... O kadar çoklar ki... Eskiler ve de oralarda kışı savunmasız geçirmekten daha da eskimişler, ama nedir 'o' hikaye...
Başıboş köpekler, peşlerinden kuyruk sallayacak insan bulamadıklarında, havlamanın, bir diğerine dalaşmanın beyhudeliğini kavradığında mı girişiyor böyle bir koleksiyona, toplayıp sahile mi yığıyorlar... Yazdan unutulmuşlarsa, neden 1 kilometre etraflarında diğer tekleri de yok... Eskidiler de atıldılarsa, bu kadar fazla insan aynı işgüzarlığı mı yapar... Denize düşen terlikleri dalgalar mıdır buralara atan? Terlikle intihar eden var mı?
Benim de çektiğim fotoğraflar vardı, ama flickr'da mowling mahlaslı bir arkadaşın arşivi önünde şapkamı çıkardım.

Pazartesi, Mart 31, 2008

Bir Vezüv ki...


"Rüyada Vezüv yanardağını görmek, bu yakınlarda sizi biraz rahatsız edecek küçük bir tartışma ile karşılaşacağınıza, Vezüv'den lav fışkırdığını görmek, iş yerinizde veya aile içinde oldukça ağır bir kavgaya şahit olacağınıza delalet eder. Vezüv'ü sakin ve lavsız görmek sükun ve rahata ihtiyacınız olduğuna ve bir müddet dinlenmeye ihtiyacınız bulunduğuna yorumlanır."
Hayır, rüyamda Vezüv yanardağını görmedim, gördüklerimin deşifresini de internet üzerinden yapmayı denemiyorum. Hiçbir nevi teşebbüste bulunmuyorum, ama iyi rüya görürüm ben. İyi dediğim, acayip işte... Görürüm dediğim de, sabahına hatırlarım. Her zaman da değil... Dediklerime bir tefsir gerekliymiş; şimdi farkettim.
Vezüv yanardağından bahsetmek istemiştim, o esnada tesadüfle daldım rüyalar alemine; Vezüv hayatta kraterine kadar çıkıp baktığım tek yanardağ... Neredeyse 4000 sene evvel hayatı polaroidlediği Pompei'yi gezerken, evlerin modellerine takılmıştım daha çok. Sokağa bakan mutfaklar hatırlıyorum. Bana oradaki bir hakikati anımsatan, sonradan benzerinin üretildiği uyurken kalakalmış/ taşlaşmış çocuk bedeniydi. Fakat en vurucu hakikat benim açımdan, istatistiklere göre patlama zamanı gelmiş de geçmiş bir yanardağın etrafında kurulan o koca turistik oyundu. Vızır vızır otobüsler yanaşıyor, her birinin üzerinde başka bir dilde 'Kalite bizim işimiz' yazıyor muhtemelen. Bilhassa yaşlılar faydalansın diye tepe tırmanışlarında, uzun ağaç dalları kiralanıyor falan... Yanda kola, fantacılar; egzotik nesne satıcıları... Bir de az aşağıda bir köy var; bayağı okulu, mokulu bulunan, full hayat... Belki on dakika sonra pim çekilecek, bir sinyali yok bunun...
Krrterinden daimi bir duman süzülüyor Vezüv'ün, lavlar bizim göremediğimiz yerküre dilimlerinde fokur da fokur kaynıyor. Dünyanın çekirdeğinden bir haber sızıyor...
Bir süredir, doğal afetlerden azade bir hisle, bir yanardağın dibinde, yok ta tepesinde yaşıyorum/uz gibi hissediyorum. Aşağıda bir şeyler oluyor, fokur fokur... Burada yaşamayı da ben seçmemişim, bu 'köyü' güzellikler vaadiyle cebren kurmuş birileri. Bekası da ancak cebren sağlanabiliyor. Patlasa rahatlayacak mıyız? Nasıl kalakalacağız?
Rüyamda Vezüv'ü sakin görmem lüzumundan, hatta aciliyetinden bahsetmeyin bana. Hiç şahsi değil mesele...

Pazar, Mart 23, 2008

Efendilik sanatı


Geçenlerde yağmur yağdı yağacak bir gün, o an yağmasa da tehdidiyle daha ağır... İki üç saat dışarıdaydım, tanımlı bir işim yoktu, yaratılmış işler, özünde aylaklık... İşte kafamda bir şeyler, hafiften naneliyim, yürüyorum. Karaköy iskelesine -bir vapur olarak- yanaşınca sol yana düşen o ağaçlıklı, banklı kısımdan geçiyorum. Köşeden, evli mi evsiz mi, alkolik mi, kederden mi içici bilemediğim bir adamdan şu cümleyi duydum, bağırıyordu: Efendilik çok zor! Ben hırpalandım!!
'Hırpalandım' derken, vurgu 'hır' kısmında, çok etkili bir boşlukla, "Ben hır-palandım!" diyordu. Hiç boşa laf savuruyor gibi gelmedi. Sonra yağmur başladı, üzerim inceydi, bir taksiye atladım ev istikametine.
Gerçek mi, kurmaca mı bilemediğim bir telefon bağlantısına denk geldim. Bir iki hafta önce tişörtünün üzerinde yazan 'Mod pimp'in manasını öğrenince satıcıya dava açmaya kalkan şahıs telefonda. Öbür tarafta da malı satan adam. Gerçekti diyemiyorum, ama böyle bir mizansenin kurgusu da olur mu, insanlar adlı adınca...
'Mod pimp'in altında yazan 'fetish machine' kısmına hiç bulaşmamayı tercih eden mağdur şahsa, dj tarafından daha önce üzeri İngilizce yazılı tişört giyip giymediği soruluyor. "Ben genelde Simpsonlu tişörtler giyerim" diyor, ama gazetelere yansıyan bu olay yüzünden karısı boşanmak talebindeymiş. "Yuvam yıkıldı" diyor. Ben hakikaten anlamıyorum.
Şu siteye bakın derim, Antalya'da yaşayan bir Amerikalı, blog'unda orada burada gördüğü saçmalıkların yanında, perşembe pazarlarında çektiği İngilizce yazılı her tür tekstil malzemesini sunuyor. Bayağı etkileyici bir arşivi oluşmuş durumda Melissa Maples'ın. Gerçek olduklarına inanamıyorsunuz bazılarının.
'Efendilik çok zor'un İngilizcesi ne zor...

Pazartesi, Mart 10, 2008

mp3 cep cephesi


Bu sahneyi ilk gördüğümde, Ortaköy yolunda aile salonu ayrı, salataya limon yerine kimyasal suyundan katmak ve hamsiyi ziyadesiyle yağlı kızartmakla nazarımızda puan kaybeden lakin, hasırlı duvarlarından, kalın masif masalarından, süslü avizelere takılmış tasarruflu florasan çubuklarından ve de çok tatlı bir biçimde insan kayıran garsonundan müteşekkil o başka mizanseni yüzünden lafımızı yuttuğumuz bir meyhanedeydik.
İşte o üst kattaki aile salonunda garsonun arkadaşı olduğu aşikar, tek başına demlenen bir kır saçlı, bir masada da yirmi sonları iki genç... Birinin saçlar sert jöleli; TRT dekoru... Biz gelmeden önce içmeye başlamışlar, yol almışlar. Mekanın fıçısı da Efes'in son sınıfından, bayağı seyrek arpası da alkolü de; uludağ gazozu gibi gidiyor hararet de varsa... İki oğlan önce kısık sesle başladılar, cep telefonundan müzik dinliyorlar. Yıldız Tilbe'nin 'Ama evlisin'i gibi, arabeskimisi pop numuneleri.
Volüm her şarkıda arttı, eşlik etmeye de başladılar, birbirlerinin gözlerine bakar gibiler, ama başkalarına söylüyorlar içlenerek şarkıları... Müdanaları kalmadı gittikçe, mekanın müziğini kapattırmak istediler hatta. Ortalarında çocuk avucu kadar telefon, kötü kalite ses, kötü eşlikçileri de... Aile salonu... Bir başka tür aile...
Sonra iki, sonra üç oldu böyle kamusal alanlarda cepten müzik dinleyenleri görüşüm. Sarhoşluk da şart değildi illa. Artık cep telefonlarının becerdiği en banal şey başka birini aramak; onu biliyorum. Ama bireysel bir aygıtın böyle toplumsallaşması, hatta tarafların kendi küçük toplumları dışındakileri sabote eder hale gelişleri başka bir ruh hali gibi geldi bana.
Bostancı'da geçti benim çocukluğum. Tren istasyonunun 'Adapazarı treninde banliyo biletleri geçersizdir' anonsları kadar, yaz haftasonları Adalar'ı fethe giden güruhların omuz kasetçalarından yükselen nejat alpler, ümit besenler de dahildir soundtrack'ime...
Az önce fetih lafını boşuna kullanmadım, belki değişen sadece teçhizat, bu da başka bir tür cephe...

Pazartesi, Mart 03, 2008

Esnaf huzuru


Bir esnaf sabahına özeniyorum bazen... Erken kalkmış olayım, dükkâna giderken gazetemi almışım, bir de simit, üçgen karper peyniriyle birlikte...
Zaten selamlaşarak girmişim üç beş komşuyla, kepengi kaldırmışım, kapıyı açmamla gecenin kokusu kaçmış birden dışarı. En önce radyoyu açmışım içeri girince.
Yerleri süpürmüşüm, bir önceki günün gazetelerini, ortada kalmış düne ait iki üç şeyi yerlerine koymuşum. Bu arada tık diye sıcak suyun 'oldum' sesi gelmiş. Sallama değil çay; bir reçel kavanozuna evde rizeyle tomurcuk harmanlanmışım, sallama bir yöntemle demlik çay... Hani o yuvarlak metal kafes gibi aletler var ya...
Sabah gelenin gidenin pek olmadığı, güne tek başıma ısınabildiğim bir iş yapıyorum. Simitten kopardığım ilk parçayla gazeteyi açıyorum. Kimse yok ya, yerine göre sesli küfredebiliyorum. Karşıdaki apartmanın tepesinden dönen güneş içeri giriyor, beni ellemeden kendi işine bakıyor dükkânda. Hafif ısınıyor ortalık, varlıklarını ilan eden tozlar sinirime dokunmuyor. Bakıyorum, sağ dizim bir ritme kaptırmış kendini bensiz, belli ki suyuna giden bir şarkı çalmakta...
Kimse yok daha, telefon çalmıyor, iyi niyetli olsa dahi kimse soru sormuyor. Ben ve dükkânım bir güne başlıyoruz. Bir çay daha koyuyorum, gazete bitince bulmacalı sayfasından katlayıp kasanın yanına bırakıyorum; bir ara ilgileneceğim.
Ben ne satıyorum bilmiyorum.
Şu anda ne sattığımı bilmememden daha az kötü...

Cuma, Şubat 22, 2008

Uzaydan Türk tikleri


Yazmayı iki gün ertelemem işi elimde olmadan bir Laz fıkrasına çevirdi, bundan rahatsızım.
Amerikalıların bir yıldan biraz daha fazla bir süre önce fırlatıp da sonra karbüratörün meme yaptığı keşfedilince 'Ne olacak' diye kara kara düşündükleri uydu... İki tonluk alet yörüngeye oturmadığı için dünya üzerinde herhangi bir yere düşebilirdi. En mühimi de yakıt deposu...
Pentagon'un ta tepesine düşmesi ne iyi olurdu. Ama insanlığın akibeti üzerine iyi niyeti sağolsun Dalaylama'yla yarışan Bush, riski göze alamadığından 'Tez patlatıla' dedi. Füze vurmaya yarayan füzelerle patlattı da adamlar. Şimdi Pasifik'e 40 gün uydu parçası yağacak.
Mevzuyu Karadeniz sahilimize çeken ise, Rize'de iki köyde camilerden yapılan anonslarla milletin tepemize uydu yağacak diye galeyana gelmesi. Uydu fetvası hangi ara camilere yollandı bilmiyorum. Ama "Bir parça düşerse sakın dokunmayın" ek uyarısı, Pentagonla uzaktan yakından alakası olmadığını kanıtlayan bir önlem paketi. Lağımın denize aktığı yerde çimen çocuklara bir televizyon muhabiri 'Burada koli basili olduğunu bilmiyor musunuz?" diye sormuştu kaç sene evvel, "Abla kafamızı sokmuyoruz" demişti bizimkiler. Benzer bir tensel ilişki paradigması...
Bir yandan başka arızalar da var bu Rize'deki distopik senaryoda. Yine iki uçta savrulan bir haletiruhiye: Biri, "Bu kahpe dünyada birinin başına bir şey düşecekse, bizimdir" temelli ebedi bir mazlum ultrasonu. Diğer uçtaki de, "Kendini dünyanın merkezinde sanan Türk" tiki.
Japonların, Tokyo Üniversitesi pasolu Şiniçi Suzuki'nin önerisiyle yeni projesi de uzaydan dünyaya kağıt uçak atmak. Uluslararası Uzay İstasyonu'na gidecek bir Japon astronottan, eli boş olduğu bir an 100 tane kağıt uçak atmasını isteyecekler. Bu sonra hafiften de hafif uçakların yapımında faideli olacak bir malumat sağlayacakmış. Projenin tek bir defosu varmış, kağıt uçakların nereye düyeceğini bilmiyorlar. O yüzden de üzerlerine "Bu uçağı bulan lütfen Japonya'ya göndersin" yazacaklarmış.
Şimdi bu haber bir Posta'ya yahut Show TV'ye çıksın, posta masrafını Japonlar mı ödeyecek tartışması başlayacaktır Rize'nin birtakım kavelerinde. Adamlar emin, ama vallahi postaneye bile yürümezler...

(Ruslar Yuri Gagarin'i yollamadan evvel domuzlar üzerinde çalışmışlardı. Amerikalıların maymunlarla uğraştığı bilgisi gelmiştir tabii onlara. Fırlatmadan önce vücuduna elektrotlar bağlı domuza rahatlasın diye içirdikleri şey, her neyse de votka gibi duruyor. Diğer fotoğraflara da bakınız bence...)

Cumartesi, Şubat 16, 2008

Yerinde egzotizm


Farklı bölgelerde birkaç billboard'da bir çikolatanın ilanını gördüm. İç organlar hindistan cevizinden müteşekkil olduğundan, 'Bilmediğiniz yerlere gitmeyin, oturduğunuz yerden egzotizm' minvalinde bir slogan layık görülmüş. Sirkeci'de yahut Barboros Bulvarı'nda tropik ada hissiyatı garantileniyor. Üstelik de ne işimiz var bilmediğimiz yerlerde... Sadece yol parasından, yorgunluktan falan kurtarmıyor yani vaat, bilmediğimiz yerlerin riskinden de koruyor, kolluyor bizi parmak kadar çikolata. Güzel de; severim...
'Hadi gidin yiyin' diyemeyeceklerinden, yemezsek bir sevdiğimizi kaçırmakla tehdit edemediklerinden ve zaten hangi maksat için olursa olsun bir araya gelecek laf kombinasyonları fazlaca tükendiğinden sadece bu slogan üzerine sosyolojik, ideolojik çıkarımlarda bulunmak geç, çok geç... Böyleleşti işler, gittikçe de böyleleşecek.
Bırakın bilmediğim yerleri, bildiklerime bile gitmemin mümkünatı olmayan geçen çarşamba geçlerinde, biraz başka yerde gibi hissedebilmek, biraz da beynimi sabaha karşı online tutabilmek için, 60-70 tıklık bir 'sonraki blog' turu yaptım.
2007 Aralık kayıtlarına göre 112 milyon blog mevcut; bunun sanırım 60-70 milyonu blogspot kanatları altında. Yani tepedeki 'sonraki blog' tamamen kör bir uçuş demek; güzel...
Artık 37 dil girişi var blogspotun, yakın zamanda Arapça ve İbranice de hizmete girdi. Turum esnasında İspanyolca bilmediğime yandığım bloglar gördüm, ama nihayetinde diyeceğim şudur ki, taze anneler, babalar sapıtmış. Böyle bir istatistik var mı bilmiyorum, ama kişisel blogların yarısından fazlası, hamilelik notları, en vıcık olanı da yeni doğmuş çocuk için açılan bloglar... Her dilde, ama her dilde... Sarışın, esmer, kızıl çeşit çeşit bebek gördüm. Bebeğin ağzından ya da annenin ya da belirsiz bir ebeveyn jargonuyla yazılmış bloglar gördüm. Çoğunda fotoğraf net değil ya da korkunç kareler... Yeryüzünde sadece o çocuğun annesine, babasına, birkaç da akrabaya hoş gelebilecek kayıtlar... Fazla mı duvar makamından konuşuyorum, hormon şart mıdır yani bu küresel çıldırışı anlamak için?
Sonra ne olacak, kaç yaşına kadar yeni kayıt girilecek mesela? Çocuk okuma yazma öğrendiğinde 'Evlat, senin için zamanında şöyle bir hareket düşündük, buyur, sen de çocuğuna yaparsın ilerde' mi denecek? Çocuk olaya nasıl bakacak? Ergenlik gerginliklerinde o banyo fotoğraflarının böyle billboardlaşması yeni bir tür kuşak çatışması mı çıkaracak? Sevgiliye 'Bak bu bizimkilerin zamanında benim için açtıkları blog' diye adres mi maillenecek ilişkide evresi geldiğinde? Zaten çocukluk hatıraları çokça inşadır fotoğraflardan, ailesel sözlü edebiyatan... Böyle günü gününe kayıtlanmış bir yavru, sekiz aylıkken başından geçen bir olayı anlatığında kim onu durduracak? Ya da bir ucundan tutup kendisi mi devam edecek? Böylelikle hakikaten kişisel bloglar mı türeyecek...
Bilimsel bir neticeye varılmadığından ya da gerekli zaman geçmediğinden bilemediğimiz şeyler var. Kuyrukyağının kalbe zararları şüphe götürmez de, diyelim evde kablosuz internetin kalbe, beyne, dalağa etkisi bilinmiyor henüz.
Egzotik günler olacak...

Perşembe, Şubat 07, 2008

Radyo vakum


Güneşin sadece ampul hizmeti verdiği, apaydınlık ama buz gibi bir öğlen, iş yeri servisindeyim- benden başka iki kişi daha var sadece... Azlığımız, şoföre seçtiği radyo istasyonunu, paşa gönlüne göre ayarlama hakkını sunmuş. Kendi kulaklıklarımı takabilirim, ama bazen tiksindiğim bir ses, ne diyeceğimi bilemediğim bir fona oturuyorsa, elim gitmiyor.
Adını öğrenemediğim bir istasyonda, TRT tonlamalı bir spiker merhabalaşıyor biz dinleyicileriyle. Bizi özlediğinden, programının sponsoru olan elektrik süpürgesi firmasına ne kadar teşekkür etse az olacağından bahsediyor. Bir hafta boyunca programda şifreler verecekmiş, bunları biriktirip yollayana da o elektrik süpürgelerinden hediye edilecekmiş. TRT'nin hâlâ dolmakalem seti verdiği yarışmaları mevcut.
Spiker sonra elektrik süpürgesinin özelliklerini saymaya başlıyor. Kaç cümle gidebilir ki! Emiş gücünü, kaç ayrı ucu olduğunu, hortum boyunu veriyor, ama bitmiyor. Hayatında hiç elektrik süpürgesi görmemiş bir orman insanına, hatta bir uzaylıya anlatır gibi gelerek bana, süpürgeyi anlatıyor. Hortumdan havanın nasıl emildiğini, nasıl bir yerde toplandığını... Bitmiyor, bitemiyor, şoför ellemiyor. Kadın bütün bunları o kadar seviyeli bir diksiyon ve öyle ağırbaşlı bir samimiyetle yapıyor, öyle hipnotik detaylara giriyor ki büyülenmiş gibiyiz. Gerçekten... Kaç dakika sürdüğünden emin değilim.
Spiker, bol efenimli bir sunuşla yanındaki profesöre dönüyor sonra, kültür hayatımızda hamamların yeri ve önemi konuşulacak. Prof, yanda elektrik süpürgesinden sırasını beklemekteymiş.
O şifreleri biriktiren ev kadınları, o programı yapan kadının ilikli hırka düğmeleri, hanımına radyonun 'kaçtan' çıktığını yazdıran o profesör, biz Haşim İşçan Geçidi'nden çıkarken bu radyoda kalmaya karar veren şoförün gece terlikleri, arkamda oturan o iki kişinin çantalarındaki eşantiyon kolonyalı mendiller belki...
Güneşten mi, ışıktan mı, gelene kadar yanak kızartıcı soğuktan mı, o günün pisliğinden mi, atılabilir bir kağıt haznede toplamış oluyorum hepsini.
Şimdiye kadar bilmeden elektrik süpürgesine çektiklerimi merak ediyorum.

Perşembe, Ocak 31, 2008

Saadet zinciri


İlk kimle, kimlerle oynadığımı, nereden duyduğumu hatırlamıyorum, ama mesela üniversitede defaetle uyguladığımızdan eminim. Bir kağıda, bir hikâye yedek parçası olabilecek iki cümle yazıp, yandakine uzatıyorsunuz. Sınırsız sayıda oyuncu... Bir önceden yazılana bakmalısı, bir bakılmayanı var. Neticede ortaya deneysel bir metin çıkıyor her türde de... Zevkli olan kısmı hikâye derinleştikçe, herkes kendi sonuna doğru çekmeye çalışıyor. Normalleştikçe içimin daraldığını hatırlıyorum, niyetini sezdiğimi sabote etmek büyük zevkimdi. Eminim bu işe hiç bulaşmayanlar tarafından okunması çok sıkıcıdır. Rüya dinlemek de bazen öyledir ya...
Bir sergide aynı mantıkla yapılmış bir resim görmüştüm, ilham verici ucubeler çıkmıştı ortaya. Ama dün başka tür bir saadet zincirine rastladım. Moleskine defterlerinin hastası bayağı hasta oluyor. İnsanların sosyalleşebildiği her yüzeyde birliktelikleri var. Flickr moleskine havuzunda çok şahane defterler görüyorsunuz. Mesela buraya bir sayfasını aldığım Horatio Baltz ve Kathrin J.-M en sevdiklerimden. Günlük gibi de bir yandan, röntgenlemesi ayrı bir zevk.
Bu site ise Moleskine değiş tokuş hattı. Dünyanın farklı yerlerinden beş şahıs, her birinde defter birer ay kalmak üzere, bitene kadar değiş tokuş edecekler.
Onlar 'notebookism' diyor da, 'defterizm' diye bir akım var(mış), adını bilmiyordum, ben bunun üzerine daha çok yazabilirim, ama rüya anlatmak gibi olacak diye duruyorum...

Perşembe, Ocak 24, 2008

Poyraz biraz

Ocak ayında hırka, hafiften lodos, yanak kızartıcı güneş. İleride bir inek, ipinin yettiği çember içinde, her lokmasında bir demet maydonozu saplarından koparmışsın gibi elle, tıkınıyor, başı hep önde. Beş tezgahlık pazar, balık lokantaları kepenkli, bir yeni gelen kadar ortada bir şey yok.
Tahsis edilen yalı sahildeki jandarmaya yetmemiş, bir müştemilat oda inşa etmiş, bir etnoğrafya müzesi olsa, "tipik türk ailesinin oturma odası" diye öyle döşenmiş içi, bir üçlü, bir ikili, iki tane tekli koltuk, ki tekler fiskos mantığında çaprazlı, pimapenler tül perdeli, orta sephası, televizyon, bütün bunlar sahilde on metrekarelik bir küçük evin içinde, denize iki metre, bana mı sadece acayip.
Pimapensiz köy kaldı mı bu arada?
Kara ahmet'in yeri, felsefi kendin pişir kendin ye'ci, bahçe araba lastiği salıncak, ahşap sıralar, sandalyeler, asması da güzelmiş mevsiminde, içersi üzeri keçelerle örtülü sedirli, ortada varil soba, anında ısıtan, duvarlarda kuru deniz yıldızları, tespihler, el işi süsler de var, en çok atatürk var, her hali, neyin müzesi olduğunu bilmediğin bir müze gibi, filozof yanı da şurada ahmet amca'nın, "gir mutfağa pişir yemeğini, çay mı çekti canın, git koy" diyor, "millet sıkıldı artık esas duruştan". günde iki paket sigara içermiş, geçen sene tak diye bırakmış, soranlara "e üzerine yazdılar ya zararlıdır diye biz de bıraktık" demiş.
Nohut mayalı ekmek, biber salçası, ayva reçeli, çupra, deniz rengi bulut, antik taşları parlıyor tiyatronun, kilise mezarlığında, ki boy boy mezar var, her yağmurda bir iskelet daha çıkıyor, isa zamanının 4 yüzyıl öncesinden çanak, çömlek, bitmemiş hala, enginar tarlalarından çıkar az eşelesen.
Enginarlar oluyor, erken dikenden çıkmış bile, körpe saplarıyla, minicik göbekleriyle kaçaktan karın doyuyor, olmadı her yer mandalina, üç portakal kadar sulu mandalinalar, elle süslemişsin gibi limonlar, nar süsleri kuru dallar.
Paralel değiştirdim bir haftalığına, meridyen de değişiyor kendiliğinden. orası neresi? burası en fazla poyraz biraz...

Cuma, Ocak 11, 2008

Alttan alta

Geçenlerde bir kafede tek başıma oturuyorum. Maksat hem buz kesen uzuvları çözmek, hem de müessenin gazetelerini, dergilerini karıştırmak. Fakat ne mümkün...
Daha açtığım derginin birinci formasını bitirmemişken yan masadaki bir adamla kadının konuşmasına esir oluyorum. İkisinin de önünde küçük not defterleri açık, daha ziyade adam yazmakta. Diyalogda kullanılan bütün fiiller dilek şart kipinde, daha ziyade de 'olsa' üzerinden gidiyor. Şu şöyle olsa, bu böyle gitse falan... Tez kavradım bunların bir dizi senaryosu yazdığını.
Bildiğim kadarıyla yapımcıların bir tarafı yırtılıyor, önceden senaryonun herhangi bir kısmı duyulmasın diye. Bunların kamusal alanda volüm göstergeleri, aleme yeni düştükleri izlenimi verdi önce. Ama az sonra karakterler adlı adınca, üstelik bölüm numaraları dahilinde başlarına geleceklerle anılmaya başlandı. Yani iş bağlanmış. Okur göründüğüm dergi sayfalarını boş boş çevirirken, kısıtlı dizi bilgimle hangisi olduğunu da anladım.
İşin 'mutfağını' görmek komikmiş. Mesela kadın diyor ki (isimleri hatırlamadığımdan atıyorum) "Necla'yla, Ayten arasında alttan alta bir lezbiyenlik olsun". Bahsettikleri bölüm 8. 7 bölüm önce bu karakter nasıl yazıldı, bu işler dan diye çıkar mı ortaya, alttan alta lezbiyenlik nedir, üstten gösterilemeyeceği için mi alttandır, bunun üzerine ne eklenecektir bilmiyorum. Ama 45 dakika kadar ben eğlendim.
Bazen canım yekten 'anlatıcılı' film izlemek istiyor. Tür önemli değil, ama birinci tekil şahıs anlatsın bana... Aynı ihtiyaç hurufat şeklinde de tezahür edebiliyor. Birinci tekil şahıslı roman/ hikâye arıyorum evde. Ya da eskilerden bir Roll, Express çekiyorum.
Tedaviyi bulmuşum da, teşhisi nedir bilemedim. Alttan alta bir durum mu var?

(Yazıya nasıl bir görsel koyayım diye kıvranırken, daha önce bir kez bakıp sonra unuttuğum bir siteyi hatırlamış oldum. Walter Logeman'ın projesi...)

Cuma, Ocak 04, 2008

Legolar ve küçük adamlar

Danimarka'nın en zengini kim? Bize ne?
İsmi Kjeld Kirk Kristiansen. Kendisi Ole Kirk Christiansen'in torunu. Soyadındaki C'nin nasıl K'ye döndüğünü bilmemekle birlikte, dedesinin kurduğu şirketi 1979'dan 2004'e kadar yönettiğinden haberdarız. Bahsi geçen şirket de 'Lego'...
Bugün, Legocuların şimdiye kadar dünya üzerindeki her canlının 62 parçaya sahip olabileceği nicelikte Lego ürettiğini okudum. Acayip bir aritmetik gibi geldi.
Google'da grafik aramasına Lego'nun yanına aklınıza gelen bir kelime seçip yazın, mutlaka bir yaratıcılık nişanesi çıkıyor ortaya. 'Lego art' ciddi bir ara sokak... Sadece legoyla çalışan sanatçılar mevcut. Lego mantıklı dekorasyon alternatifleri... Lego değil, lego yani artık.
Benim aklıma önce The White Stripes'ın 'Fell In Love With a Girl' klibi gelmişti. Sonra bakınırken lego teşbihli İncil bile gördüm.
Bahsettiğim birçok işte insan faktörü Playmobil serisinden. Aslında birbirine rakip iki şirket. Bizde 'Mini Mekanik' diye satılıyordu bunlar, hâlâ da öyledir, benim ilgi alanımdan çıkmış. Bir de eczanelerde satıldığını hatırlıyorum.
Bir erkek kardeşle büyüdüm, o zamanlar için aşılmaz görünen 5 yaş farkını sadece legolar ve mini mekanikler (benim kardeş 'küçük adam' derdi) kapatırdı. Çünkü çok acayip searyolar kurabiliyorduk.
Aklıma lüzumsuz yere bunlar düşünce sitelerine baktım. Bir kere olaylar ne kadar detaylanmış. Bizim kovboy setimiz vardı, yerlilerimiz vardı, benzinci seti, inşaatçılar, madenciler falan vardı. Zamane küçük adamlarının 'havaalanı' başlığı forklift ve kargo girişi gibi mikro mizansenlere kadar genişlemiş.
Bunun dışında yepyeni bir 'modern life' serisi dikkatimi çekti. Seri, bizim hayat bilgisi kitapları gibi. Kadın playmobil ütü odasında, kadın playmobil bebek odasında, erkek playmobil ayağında tokyoları duştan çıkıyor. (Duşakabin mevcut) Çekirdek bir playmobil ailesi parkta geziyor... İçim bir kötü oldu.
Küçük adamlar değişmiş; küçük adam değişmiş. Göremedim mesela madencileri...