Pazartesi, Nisan 20, 2009

Toplu gösterim

Film Festivali için deliren modelden değilim. Önceden listelemeler, bilet kestirmeler... Tutturamıyorum, daralıyorum. Bu sene türlü sebeplerden karanlık iyi geldi, takvim tutturduklarımdan bir tortu da kaldı elde. Sırayla gideyim.
'Sorgulanmış Yaşam'da bu zamanların felsefecisi, düşünürü altı, yedi ismi salmışlar ortalığa. Belgeselcinin sorular çoğunlukla kofti ama faideli uçlar var. Cornel West'in blues üzerine tespitlerini tekrar aramak lazım netten. Zizek çöplükte, ekolojinin kitlelerin yeni afyonu olduğunu söylüyor. Önümde bir basketçi oturuyor, salon dolu.
'50 Ölü Adam'a IRA filmi diye gittim, çift taraflı çalışan Martin McGartland hâlâ bir yerlerde saklanıyor, izlediyse "Yuh" demiş olabilir. Zaten adamın hayat acayip, düz anlatsana, anti-IRA operasyonuna dönmüş. Mİllet "Ay çok şahane filmmiş" diye konuşuyordu arka kapıdan çıkarken. Hisli aksiyon, vatansever ajan çok sever Türk.

Uygun olduğum saattekilerin hepsi riskti, belgeseldir, Lima'ya bakarım diye "Unutmak"a gittim. İçindeki 'İnce İş' kokusundan mı, vay be doğru seçim dedim kendime. Kendisi de Perulu Heddy Honigmann, Lima'daki Başkanlık Sarayı'nın etrafındaki esnafla konuşuyor: Barmen, kafeci, kurbağacı, derici, dilenci, başkan kuşakçısı... Diktatörlükler dizisi ve memlekette siyasetin sefaleti bu insanların tanıklıklarıyla kendiliğinden inci gibi dökülüyor. Sondaki soru-cevap kısmı ekseriyetle içimdeki hümanizmadan götürür. Yine öyle oldu. Adamın teki "Neden daha tipik Perulu birilerini seçmediniz, bunlar çok sıradan insanlar değil mi?" diye sordu. Hakikaten sordu bunu ya. Zavallı çevirmen ter dökerken gerçekten koşarak çıktım.

Bunuel'den "Çölün Simon'u". İyidir. Fakat olur olmaz yerde, bilhassa da kimse gülmezken sadece onun anlayabileceği gizli bir komiklik keşfetmiş gibi kahkaha patlatan model beni bitiriyor. Bunuel de bunlara gülerdi.
Genç bir Alman kardeş "Uzaklık" diye bir film yapmış, güzel sahneler de var. Soru cevap faslında "Bu nedensiz şiddet edebiyatı/ sineması nereye kadar gidecek?" diye sormak isterdim. "Amaaan boşver dedim" çıktım. Ortalık çok kalabalıktı, nedensiz şiddete mahal vermemek için eve kaçtım.
Egoyan'ın "Tapınma'sı fazla mühendislik geldi bana. Yani o da eski karısı çıkmasın be kardeşim... Açıkhavada göle karşı bir kadının keman çaldığı filmlerden kıllanmak gerekir derdi dedem. Demezdi de, işte...

Diyarbakır Cezaevi tanıklıkları için "5 Nolu Cezaevi"ne işten koşarak gittim. İçime taş oturdu, elim ayağı boşaldı. Üzerine ne yapsam bilemedim, biriyle konuşmak istemiyorum, evde yalnız durmak istemiyorum. Yarım saat sonra Ozon'un "Ricky"sine girdim panzehir niyetine. Bebeğin kanatları çıkıyordu, uçup gidiyordu. Üst üste binince allak bullak oldum, gece acayip rüyalar gördüm.

"8. Harikalar Diyarı" net üzerinden bir anarşizm ütopyası. Sanal ülke, başka bir tür terörizm. Bazı şeyler çok kör gözün parmağına olmasaydı... Bir de yanımdaki ışıklarını fulleyip sürekli cep telefonuna bakmasaydı...
"Günışığı Temizleme Şirketi" kısaca kız filmi... Hisli, sevimli, az komik; baygın... Kapanışı Baider Meinhoffla yapacaktım ama pazar günü karanlık içim kaldırmadı.
Bunları kendim unutmayayım diye de yazdım. Pardon...

Pazar, Nisan 12, 2009

Dolmuş ve dolamamış

Ayaz biraz ısırıyor ama güneş değdiği yere gerçekten değiyor, bir yere yetişmem gerekmiyor, keyfim için çıkmışım evden, her şey normal, her şey normal üstü iyi hatta. Ortalığın fazla kalabalığı bile o kadar koymuyor. Dolmuş kuyruğu uzun; olsun... 12 dakika falan beklemişimdir, belki daha kısa, belki daha uzun; dalmışım.
Önümde bir çift ve iki kişi daha var, ilk gelen boş sarıya doğru yöneliyoruz. Apansızın sağdan bir grup insan beliriyor, biri derken ikisi binmeye kalkışıyor. Kalabalıklar, birine ben, diğerine arkamdaki adam yapışıyoruz "Hop sıra var" diyerek. Tınmıyorlar, bir kişi daha eklenip üç kız arkaya kuruluyorlar. O kadar rahatlar ki, binemeyen arkadaşlarına el sallıyorlar arka camdan, gülüşüyorlar. Arkamdaki adam kalıyor kuyrukta, ben ön koltuğa oturuyorum, dolmuş hareket ediyor. Çatlamamak için dönüp kızlara ters ters bakıyorum, gülüyorlar, "Çok komiksiniz di mi?" diyorum. Benden başka biri bir şey demiyor. Sinirle dönüyorum önüme, ama koltuğumda oturamıyorum. Şoföre, içerdekilere "Bir şekil binmiş olabilirler, ama bizim bunları indirmemiz lazım. Üçünün parasını ben vereceğim, dolmuş, otobüs bulamayacakları bir yerde, mesela tünel inşaatının orada, stadın köşesinde indirelim" demek istiyorum. Mideme ağrı giriyor, arkama dönüp içeridekilere seslenmek istiyorum "Bizim bunlara bir şey yapmamız lazım". Diyemiyorum, ağzımdan çıkamıyor, yapamıyorum. Sonra varıyoruz.
İndikten sonra yürürken dönüp dönüp arkama bakıyorum, kendimi yiyorum "Bizim bunlara bir şey yapmamız lazımdı" diye. Dışarıdan nasıl görünüyorum bilmiyorum, çantamı bir acayip sıkmış olabilirim, omuzlarımdan birini kaldırmış olabilirim, tek yumruğumu sıkmış olabilirim, dudaklarımı yiyor olabilirim -bunlar olan şeyler... Artık diyecek güçteyim, artık yapacak güçteyim ama inmişiz. Hepimiz dağılmışız.
Ben niye sustum? Beni tutan neydi, çok anlamak istiyorum bunu. Beni tutan bir şey varken, o üç insanı tutmayan şey ne? Onlar bu kadar rahatken, ben ve içerideki durumun farkında olan hepimiz neden rahatsızız? Bundan sonra kuyruğa girmenin, bundan sonra tanımadığım başka biri için durmanın/ konuşmanın/ konuşmamanın/ başkası için bir şey yapmanın manası kalır mı ben o üçüyle aynı dolmuşa binip de, onların yerine haklı üç insanı geride bıraktığımda...
İnince mide doktorunun yeni yazdığı yeşil reçeteli ilaç için eczane eczane dolanıyorum. Başta anlamıyorum vaziyeti; bu ters suratları, süzen bakışları, geçiştirici jestleri... "Bizde bundan olmaz hanfendi"ler, "Biz yeşil reçete vermiyoruzlar", "Başka yere sorun"lar, "Bu ilacı buralardan bulamazsınız"lar...
Ama ben bu midemdekini buralardan buldum.

Pazartesi, Nisan 06, 2009

Guddeler merkezi

Masanın hemen yanında "İnsan vücudü bir fabrikaya benzer!" yazılı bir illüstrasyon asılı. 1957'den beri var olan Tokgöz Eczanesi'nin sahipleri, vitrinde duran orijinali sorup eden çok çıkınca, renkli fotokopiyle çoğaltıp, kendilerinin kırtasiyeye verdiği paraya dileyene veriyor. Kahn'ın "Beşerin Hayatı" adlı eserindenmiş, hakikisi Stuttgart'taki Frankh Kitaphanesi'ndeymiş.
İnsan vücudü gerçekten bir fabrika burada. Beyinde akıl, muhakeme ve irade gibi masa başı toplantılarında küçük adamların çalıştığı merkezlerin yanı sıra, adeleler merkezi ve benim en sevdiğim "guddeler merkezi" bulunuyor. Her bir organı işaret eden göstergeler mevcut bu odacıkta. Ben sadece "gudde" demeyi seviyorum.
Woody Allen'ın belki de "Seks Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey"de bir parçayı buradan çalmış olabileceği gibi, her organik fonksiyon içerideki kaldıraçlar, çarklar, irili ufaklı borular, vanalar ve bütün bunları işler kılan küçük küçük adamlar sayesinde vuku bulabiliyor. Can Barslan'ın küdamlarını hiçbir ithamda bulunmadan anarım; kaç senedir hiç aklıma gelmemiş, iyi oldu hatırlamak...
Bahsettiğim illüstrasyonda solunum çarkı da resmedilmiş: Müvellidülhumuza sonra hamızı karbon, müvellidülhumuza sonra hamızı karbon, müvellidülhumuza sonra hamızı karbon... Ben bunları da demeyi seviyorum.
Dün gerçekten 15 saniye arayla bir doğum, bir ölüm haberi aldım. Çocukluk fantazması değil, bir robot olmayı istediğim çok oldu. Fabrikaların başına da neler geliyor.