Pazartesi, Temmuz 09, 2007

Kabak çiçeği zamanlaması


Ben klavyeye bakarak yazanlardanım; altı parmak... İnsan klavyeyle nasıl yazabiliyor, parmaklar nasıl yerini buluyor yabancılaşmasına kadar açılmışım denizde; klavyesiz, tuzlu, deniz börülceli, yuvarlacık çakıllı bir zaman dilimine, yıllık iznimin bir bölümüne o kadar kaptırmışım yani kendimi.
Döndüm de dönemedim; teşhisi diploma gerektirmeyen post-tatil ruh çöküntüsü işte. Gerçek bir karın ağrısı kılığında beliren bu evreyi önemsizleştirmek, geçmesini beklemek, bir hastalığın kaynağı stres çıkınca rahatlamak gibi. Ha, strestense tamam o zaman. İş yerinde tatil sırasını savanlar da, "o" günü bekleyenler de tende güneş iziyle kendini gösteren bir hastalığa yakalanmışım gibi, "Geçer" der gibi bakıyorlar yüzüme. Bilgisayarımın şifresi, masamda üç beş kitabın yeri değişmiş, bir de çalışanların dörtte biri işten atılmış ben yokken. Bu kadar yani, üç güne kalmaz "geçecek" zaten, tenimin rengi açılmaya başlayacak, üzerimden atacağım o yüksek ateş sonrası yorgunluğuna benzer tatil canlanmasını. Beni de atsalardı, al sana tatil mi olacaktı, değil mi, paşa gönlün ne kadar çekerse...
Yaşını başını almış bir iğde ağcının canavarlaşmış kollarının, hormon zerkedilmiş gibi coşan birkaç asma köküyle yekvücut olduğu bir çardağın altında, güllü goblenlerle kaplı bir sedirde, uykuyla uyanıklık arasındaki farkı pek kollamadan geçti çok zaman. İşte öyle bir öğleden sonra, arkada dal kıpraşmaları tavla zarlarının sesini, çakıl ezme hırsından azade poyraz dalgaları menapozlu kadın kahkahalarını yumuşatıyor, ben yatıyorum öyle... Dirseklerim izin istemeden göğsüme düşmüş, bir kitap tam orada kesmece bir karpuz gibi ortasından ikiye yarılmış. Son hatırladığım bir Oğuz Atay hikâyesi, babaya yazılmış bir mektup... Babasının köylülüğüyle kocaman olduktan sonra barışan, onu öldükten sonra anlayan, bir sahil kasabasına yerleşip de balıkçılara lüzumsuz sorularla felsefe türetmeye çalışanlar gibi değil, tam da babası gibi denizsiz bir orta Anadolu şehrinde kerpiç bir evde yaşamak istediğini yazan bir adam... Fazlası da mevcut ya... Bulunduğum "levrek ve kılıç diyarı" köyde ben gelmeden bir balıkçı bir kilo dondurma yemiş de, ishali konuşuluyor mesela adamın, karısı da serzenişte "Ben bir aydır kabızım, benle ilgilenen yok" diye... İlk kez girdiğim bakkallarda, nerede kaldığım, kimi tanıdığım biliniyor. Çok aktif bir haber ajansı...
O sedirde uzanmışken hayatta aradığım haber ağının böyle bir şey olduğunu biliyorum, lakin utanıyorum da bu hissimden. Köy kahvesinde lüzumsuz miktarda bahşiş bırakmış gibi, tabağımdaki balığın fazlasını ellememişim gibi, çay içip bir kahve dolusu kadın erkek TRT4'te beraber ve solo şarkılar'ı dinlerken küresel ısınmadan laf açmışım gibi, ne o, ne o olduğumu hissetiren bir ipucu bırakmışım gibi, hayalimsi arzumdan utanıyorum. Onlar ne der? Derdim bu. Neyse ki, sol yanağıma bir kuru yaprak düşene kadar kıpırtısız yatmaktayım, kimsenin bir şeyden haberi yok.
Gelecek program niyetine, Şaziye Teyze'yi yazayım buraya. Şalvarı tamam, ama kovboy şapkası ve güneş gözlüğüyle gezen, yetmişine merdiven dayamış o şahane kadından bahsedeceğim sonra. Sevip sevmediğimden bile emin olamadığım, acayip kılıklı, acayipli duruşlu, acayip susuşlu Ege avangardı Ömür'den, "motoru yakan" Selçuk'tan...
Sabah erken toplamak gerekiyor kabak çiçeğini, sonra sönüyor, dolmuyor. Düşüneceğiz elbet...

Hiç yorum yok: