Çarşamba, Ekim 27, 2010

Kendim normalleri

Eve ilk taşındığımda, şu şuraya konsun, bu burada daha iyi evresinde, milyonlarca jumbo çöp poşetini boşaltırken yani, daha net görüyordum. O kitap rafı, onun yanında aslında hiç iyi olmadı diyebiliyordum. O resim ne saçma görünüyor orada? Olmayan şeyi görebiliyordum. Kimini değiştirdim, o anki tespite göre müdahale ettim, kimine elimi sürmedim. Zaten mesele ev dekorasyonu değil. Uymak ne zaten... Fakat iki ay geçti, artık göremiyorum. Görmüyorum, her şey yerli yerinde gibi geliyor.
İşte bu beni rahatsız ediyor. Yerlerini bulmuş eşyalar gibi olabiliyor her şey ve çok çabuk, hiç fark etmeden sabitleniyor. Görmüyorsunuz. Gözünüze batmıyor. Normalleşiyor. Alışıyorsunuz. çok pis alışıyor insan.
İki ay önce görüp de şu an göremediğim ne? Çünkü bir kırıntı, bu rafın da, bu masanın da, hiçbir haltın, hiçbir haltın yanında iyi durmadığını söylüyor. Benim normalim bu değil.
Tabii tabii, ev dekorasyonundan söz ediyorum.

Pazartesi, Ekim 04, 2010

Bilinmeyen numara

Dilini bilmediğim ülkelerin radyolarını dinliyorum. Müzikler bazen iyi oluyor, bazen çok iyi, bazen boktan. Başka bir yedeymişim gibi, ama neredeymişim gibi. Aralardaki konuşmaları seviyorum, hiçbir şey anlamamayı ama anlar gibi olmayı... Üç dakika geçiyor, gerçekten benim kafamda anlaşılmış bir metin oluyor, sanki. Muhtemelen gerçeğinden uzak, ama çok uzak da değil.
Başka dillerde de olsa reklamlarda nasıl aynı bir tonlama var. Mal sattırmanın tek bir dili, bolca aksanı var. O mutlu gibi, komik gibi, coşkulu gibi canlı diyologları. Hepsi birbirine benzeyen reklam müzikleri. Anadilde kapitalizm.
Bazen oyuncularının bilmediğim bir dilden konuştuğu filmler izlerken ve bir yandan altyazıyı okurken, bir an sanki altyazıyı okumadan anlıyormuşum gibi geliyor. Bir illüzyon. Bir an göz görüyor mu, okuyor mu karışıtırıyor. Okurken de görüyor, görürken de okuyor.
Bende bu sık oluyor.