Pazartesi, Mart 31, 2008

Bir Vezüv ki...


"Rüyada Vezüv yanardağını görmek, bu yakınlarda sizi biraz rahatsız edecek küçük bir tartışma ile karşılaşacağınıza, Vezüv'den lav fışkırdığını görmek, iş yerinizde veya aile içinde oldukça ağır bir kavgaya şahit olacağınıza delalet eder. Vezüv'ü sakin ve lavsız görmek sükun ve rahata ihtiyacınız olduğuna ve bir müddet dinlenmeye ihtiyacınız bulunduğuna yorumlanır."
Hayır, rüyamda Vezüv yanardağını görmedim, gördüklerimin deşifresini de internet üzerinden yapmayı denemiyorum. Hiçbir nevi teşebbüste bulunmuyorum, ama iyi rüya görürüm ben. İyi dediğim, acayip işte... Görürüm dediğim de, sabahına hatırlarım. Her zaman da değil... Dediklerime bir tefsir gerekliymiş; şimdi farkettim.
Vezüv yanardağından bahsetmek istemiştim, o esnada tesadüfle daldım rüyalar alemine; Vezüv hayatta kraterine kadar çıkıp baktığım tek yanardağ... Neredeyse 4000 sene evvel hayatı polaroidlediği Pompei'yi gezerken, evlerin modellerine takılmıştım daha çok. Sokağa bakan mutfaklar hatırlıyorum. Bana oradaki bir hakikati anımsatan, sonradan benzerinin üretildiği uyurken kalakalmış/ taşlaşmış çocuk bedeniydi. Fakat en vurucu hakikat benim açımdan, istatistiklere göre patlama zamanı gelmiş de geçmiş bir yanardağın etrafında kurulan o koca turistik oyundu. Vızır vızır otobüsler yanaşıyor, her birinin üzerinde başka bir dilde 'Kalite bizim işimiz' yazıyor muhtemelen. Bilhassa yaşlılar faydalansın diye tepe tırmanışlarında, uzun ağaç dalları kiralanıyor falan... Yanda kola, fantacılar; egzotik nesne satıcıları... Bir de az aşağıda bir köy var; bayağı okulu, mokulu bulunan, full hayat... Belki on dakika sonra pim çekilecek, bir sinyali yok bunun...
Krrterinden daimi bir duman süzülüyor Vezüv'ün, lavlar bizim göremediğimiz yerküre dilimlerinde fokur da fokur kaynıyor. Dünyanın çekirdeğinden bir haber sızıyor...
Bir süredir, doğal afetlerden azade bir hisle, bir yanardağın dibinde, yok ta tepesinde yaşıyorum/uz gibi hissediyorum. Aşağıda bir şeyler oluyor, fokur fokur... Burada yaşamayı da ben seçmemişim, bu 'köyü' güzellikler vaadiyle cebren kurmuş birileri. Bekası da ancak cebren sağlanabiliyor. Patlasa rahatlayacak mıyız? Nasıl kalakalacağız?
Rüyamda Vezüv'ü sakin görmem lüzumundan, hatta aciliyetinden bahsetmeyin bana. Hiç şahsi değil mesele...

Pazar, Mart 23, 2008

Efendilik sanatı


Geçenlerde yağmur yağdı yağacak bir gün, o an yağmasa da tehdidiyle daha ağır... İki üç saat dışarıdaydım, tanımlı bir işim yoktu, yaratılmış işler, özünde aylaklık... İşte kafamda bir şeyler, hafiften naneliyim, yürüyorum. Karaköy iskelesine -bir vapur olarak- yanaşınca sol yana düşen o ağaçlıklı, banklı kısımdan geçiyorum. Köşeden, evli mi evsiz mi, alkolik mi, kederden mi içici bilemediğim bir adamdan şu cümleyi duydum, bağırıyordu: Efendilik çok zor! Ben hırpalandım!!
'Hırpalandım' derken, vurgu 'hır' kısmında, çok etkili bir boşlukla, "Ben hır-palandım!" diyordu. Hiç boşa laf savuruyor gibi gelmedi. Sonra yağmur başladı, üzerim inceydi, bir taksiye atladım ev istikametine.
Gerçek mi, kurmaca mı bilemediğim bir telefon bağlantısına denk geldim. Bir iki hafta önce tişörtünün üzerinde yazan 'Mod pimp'in manasını öğrenince satıcıya dava açmaya kalkan şahıs telefonda. Öbür tarafta da malı satan adam. Gerçekti diyemiyorum, ama böyle bir mizansenin kurgusu da olur mu, insanlar adlı adınca...
'Mod pimp'in altında yazan 'fetish machine' kısmına hiç bulaşmamayı tercih eden mağdur şahsa, dj tarafından daha önce üzeri İngilizce yazılı tişört giyip giymediği soruluyor. "Ben genelde Simpsonlu tişörtler giyerim" diyor, ama gazetelere yansıyan bu olay yüzünden karısı boşanmak talebindeymiş. "Yuvam yıkıldı" diyor. Ben hakikaten anlamıyorum.
Şu siteye bakın derim, Antalya'da yaşayan bir Amerikalı, blog'unda orada burada gördüğü saçmalıkların yanında, perşembe pazarlarında çektiği İngilizce yazılı her tür tekstil malzemesini sunuyor. Bayağı etkileyici bir arşivi oluşmuş durumda Melissa Maples'ın. Gerçek olduklarına inanamıyorsunuz bazılarının.
'Efendilik çok zor'un İngilizcesi ne zor...

Pazartesi, Mart 10, 2008

mp3 cep cephesi


Bu sahneyi ilk gördüğümde, Ortaköy yolunda aile salonu ayrı, salataya limon yerine kimyasal suyundan katmak ve hamsiyi ziyadesiyle yağlı kızartmakla nazarımızda puan kaybeden lakin, hasırlı duvarlarından, kalın masif masalarından, süslü avizelere takılmış tasarruflu florasan çubuklarından ve de çok tatlı bir biçimde insan kayıran garsonundan müteşekkil o başka mizanseni yüzünden lafımızı yuttuğumuz bir meyhanedeydik.
İşte o üst kattaki aile salonunda garsonun arkadaşı olduğu aşikar, tek başına demlenen bir kır saçlı, bir masada da yirmi sonları iki genç... Birinin saçlar sert jöleli; TRT dekoru... Biz gelmeden önce içmeye başlamışlar, yol almışlar. Mekanın fıçısı da Efes'in son sınıfından, bayağı seyrek arpası da alkolü de; uludağ gazozu gibi gidiyor hararet de varsa... İki oğlan önce kısık sesle başladılar, cep telefonundan müzik dinliyorlar. Yıldız Tilbe'nin 'Ama evlisin'i gibi, arabeskimisi pop numuneleri.
Volüm her şarkıda arttı, eşlik etmeye de başladılar, birbirlerinin gözlerine bakar gibiler, ama başkalarına söylüyorlar içlenerek şarkıları... Müdanaları kalmadı gittikçe, mekanın müziğini kapattırmak istediler hatta. Ortalarında çocuk avucu kadar telefon, kötü kalite ses, kötü eşlikçileri de... Aile salonu... Bir başka tür aile...
Sonra iki, sonra üç oldu böyle kamusal alanlarda cepten müzik dinleyenleri görüşüm. Sarhoşluk da şart değildi illa. Artık cep telefonlarının becerdiği en banal şey başka birini aramak; onu biliyorum. Ama bireysel bir aygıtın böyle toplumsallaşması, hatta tarafların kendi küçük toplumları dışındakileri sabote eder hale gelişleri başka bir ruh hali gibi geldi bana.
Bostancı'da geçti benim çocukluğum. Tren istasyonunun 'Adapazarı treninde banliyo biletleri geçersizdir' anonsları kadar, yaz haftasonları Adalar'ı fethe giden güruhların omuz kasetçalarından yükselen nejat alpler, ümit besenler de dahildir soundtrack'ime...
Az önce fetih lafını boşuna kullanmadım, belki değişen sadece teçhizat, bu da başka bir tür cephe...

Pazartesi, Mart 03, 2008

Esnaf huzuru


Bir esnaf sabahına özeniyorum bazen... Erken kalkmış olayım, dükkâna giderken gazetemi almışım, bir de simit, üçgen karper peyniriyle birlikte...
Zaten selamlaşarak girmişim üç beş komşuyla, kepengi kaldırmışım, kapıyı açmamla gecenin kokusu kaçmış birden dışarı. En önce radyoyu açmışım içeri girince.
Yerleri süpürmüşüm, bir önceki günün gazetelerini, ortada kalmış düne ait iki üç şeyi yerlerine koymuşum. Bu arada tık diye sıcak suyun 'oldum' sesi gelmiş. Sallama değil çay; bir reçel kavanozuna evde rizeyle tomurcuk harmanlanmışım, sallama bir yöntemle demlik çay... Hani o yuvarlak metal kafes gibi aletler var ya...
Sabah gelenin gidenin pek olmadığı, güne tek başıma ısınabildiğim bir iş yapıyorum. Simitten kopardığım ilk parçayla gazeteyi açıyorum. Kimse yok ya, yerine göre sesli küfredebiliyorum. Karşıdaki apartmanın tepesinden dönen güneş içeri giriyor, beni ellemeden kendi işine bakıyor dükkânda. Hafif ısınıyor ortalık, varlıklarını ilan eden tozlar sinirime dokunmuyor. Bakıyorum, sağ dizim bir ritme kaptırmış kendini bensiz, belli ki suyuna giden bir şarkı çalmakta...
Kimse yok daha, telefon çalmıyor, iyi niyetli olsa dahi kimse soru sormuyor. Ben ve dükkânım bir güne başlıyoruz. Bir çay daha koyuyorum, gazete bitince bulmacalı sayfasından katlayıp kasanın yanına bırakıyorum; bir ara ilgileneceğim.
Ben ne satıyorum bilmiyorum.
Şu anda ne sattığımı bilmememden daha az kötü...