Cuma, Haziran 27, 2008

Söğüş kelle kurgusu


Güneş batmaya yakın o kadar sarı olmaz. Deniz dalgalıysa dalgalıdır, dalgalardan sadece bir tanesi kıyıya yakın o kadar kabarmaz. Hadi kabardı diyelim sahile o kadar derin ilişemez. Kumsala o kadar yakın ağaç olmaz.
Bugün bir hastane odasında bir resmin içine girdim. İçine giremeyeceğim kadar kötü bir resimdi. Odada beklerken başka içine girebileceğim hiçbir şey yoktu. Çok saçmaydı, kuralsızdı, kuralsızlığında bir güzellik yoktu. Barton Fink'in adını hatırlamaya çalıştım. Filmi düşünmek daha iyi gelebilirdi.
Duvardaki elbette ki bir reprodüksiyon ama kimin belli değil. Bu kadar kötü bir resmin çoğaltılarak benim beklemek zorunda olduğum odaya çivilenişinin hikâyesini merak ediyorum. Başhekimin karısı mı yapmış, yoksa kendisi mi?
Yine de girmek istedim içine. Bir film kurgusuna özendim. Orada başka bir hikâye sürsün istedim. Bayatlamış bir film numarası. Ama insanın canı çekiyor. Geçenlerde bir araştırma okudum bir blog'da, filmlerin beyin aktivitelerine etkisiyle ilgili. Mesela Hitchcocklar benzer kısımları uyarıyor loblarda. Bunu biz de söyleyebilirdik, ama işte bilimsel ispat durumu. Zaten geçen hafta içinde bir bilimsel araştırma daha yayınlandı, bilimsel araştırmaların sahtekârlık dozuna dair.
Filmler izlenir, filmler unutulur; ilkçağlardan beri böyle. Ama kurgu daha sinsi, düşünce sisteminize sızabiliyor. Gerçek göz hareketlerinizin dışında hiç bakmadınız mı etrafa? Göz kısmalar, normalde gereksiz kaçacak pan'lar yapmalar, göz ekranında pencere açmalar, duvardaki bir resmin içine girmeler... İsteyen biliminsanı bunları araştırsın; bir ben miyim anormal?
Bunlar olan şeyler; ilkçağlardan beri.

Pazar, Haziran 15, 2008

Bir şeyler oluyor


Bazı şeyler var:
Şu sıralar mesela acayip bir ıhlamur kokusu var. Ihlamur ağaçlı sokaklarınızdan, bir şeyi unutmuşsunuz bahanesiyle geri dönüp tekrar geçiniz. Zira geçici... Bilinmeyen bir yere ışınlanabiliyor insan, daha önce ıhlamurlu bir hatıratı yoksa kayıtlarda.
Bir kuyrukta beklerken, tam beklediğinizin teslim anında, bir arkanızdakinin hamlesi anı vardır. Siniri sınırlı katsayıda göstermeye gayretli bir edayla 'Pardon' dersiniz, 'Hani biz buradayız' manasında. Hani "18 dakikadır sırtımı görecek vaziyette beklemedesin, şimdi bu ne celallenme!" babında... Bir cinayet potansiyeli görürüm o bilmiş bilmiş dillendirilen 'E tabii buyrun' kısmında. Sanki 'Ha bu kadın deli, önce bakın bari ona' der gibi.
Ev kadınlığının doğasında, kaynağı flu bir iddia, obsesyona dönüşmeye meyyal bir meydan okuma var. Hiç o taraklarda beziniz olmasa da, ocak temizlerken daha temizi, lavabo ovarken daha beyazı, dolma sararken daha incesi bir hedef olarak kendiliğinden önünüze çıkıyor. Buna kapılmak o kadar kolay ki, bu müsabakaya adınızı yazdırdığınızı bile hissetmiyorsunuz.
Eski eşyalar var, kullanılmaz olmadıkları için kullanılmakta diyelim. Onların da başka bir akrabalık ağırlığı var. Bayram, seyran ziyareti gibi hayatta devamlılıkları. Atmak ayıp gibi, ama sağlam yapılmaları benim suçum mu, hayatımın sonuna kadar onunla mı yaşamalıyım mesela? Benim evimde 8 yaşımdan kalma eşyalar var; bu çok fazla... Bunun ayarını bilemiyorum, atmaya dair ahlaki kararı veremiyorum. Yeni tapınmam hiç olmasa da eskiye müptelalık korkusu çözemediğim bir mesele olarak duruyor.
Zamanında karşılığı verilmemiş laflar, edilememiş küfürler, fırlatılmamış eşyalar var. Bunlar potansiyel olarak hissedilmese hiç mesele değil, ama beklenmeyen bir yutkunmada yapılmamışlıklarıyla aklınıza düşebiliyor.
Bunlar oluyor.
Bunların belki de hiç ilgisi yok birbiriyle.
Öyleyse bile, bence var.

Pazartesi, Haziran 02, 2008

Çift sayılara nefret

Bir vesileyle elime Selim İleri'nin 'Daha Dün' isimli kitabı geçmiş, evden çıkarken kitap almamışım yanıma, evden çıkarken böyle bir gün olacağını da bilememişim, Selim İleri'yle kalmışız sahile bakan bir masada.
Eski romanlarına/romanlara göndermelerle, en sıkıcı ruh durumunu bile bir huzurla anlatıyor. Kendisini, bugünden baktığı çocukluğunu didikleyişinde, acımasızlığında bir güzellik var. Adam bundan müteşekkil diye hissediyorsunuz, birini bir parça anlayabilmenin güzelliğine dönüşüyor okuma. Türk edebiyatında çeşitli kadın karakterlerin elbise kuplarından, erkek kahramanlarına ille cinsel soğukluk aşılayan Yakup Kadri'ye, aynı kaldırımda yürüyen farklı insanlar gibi her bir bölüm kitapta. Birden beklenmez derecede benim olmasından mı günün, kahve de bir güzel geldi zaten.
Ara ara okuduklarımın bana çağrıştırdıklarına iki paragaf kadar dalıp ama bu yuvarlak geçişi de dert saymazken yan masaya kaydı kulağım -yine...
Aynı üniversitede okudukları aşikar bir çift oturuyor. Uzunca bir süresini kaçırmış olabilirim sohbetlerinin ama böylesi bir hardcore noktaya gelebilmek için de zaman gerekirdi; iyi olmuş. Parçalardan kaptığım kadarıyla bir süre ayrı kalmışlar, yeni barışmışlar. O ayrılığa vesile olmasa da bir hamilelik mevzubahis, sonlandırılmış bir hamilelik... Kız 'Sinirimden sana cenin yollamayı düşündüm bir kavanozda' diyor. Bundan sonrası ayrı oldukları dönemde kızın nasıl 'delirmiş' olduğu üzerine. Arabasının lastiklerini indirmek istemiş, bilmem ne şifresini kırıp bilmem neleri okumuş, okul bahçesinde çift gezen herkese kızıyormuş... Hem ketum bir kişi olduğundan hem de yeniden kavuşmuş bir çifte göre fazla heyecansız ve hadi diyelim cool konuşmasından, bana daha yakın olmasına rağmen oğlanın tüm bunlara ne karşılık verdiğini çok anlamıyorum. Ama tüm bu ceninler, şifre kırmalar ve vandallık planlarına rağmen, ses yükselmiyor, bir tane 'Sen tozuttun mu' çıkmıyor. Çünkü oğlan da gizlice kızın başka bir şeyine bakarak bir gece karaoke'ye gittiğini öğrenmiş çünkü. Ve nihayet bir aradalar, o ayrı günler geride kalmış... Mutluluk neyse, o yani şu an ulaştıkları...
En heyecan nüvesi barındıran anları bunları konuşurkendi, gerisi daha çok 70'lerinde emekli bir çiftin sahil gezmesine benziyor. Hani 15 dakikada bir birinin 'Iphone'lar iyi miymiş bey!' diye sorması gibi... 20 dakika sessizlikten sonra 'Tarkan da sahnede bayağı kötüymüş' gibi...
İki taraftan fazla sıkıştırılınca kalktım. Yolda, yan masalardan duyduklarım üzerine ne kadar fazla yazdığım aklıma geldi. Kendi masama oturanları o can kulağıyla dinlemiyor muyum, benim masamdakiler çok mu sıkıcı, çok mu ben?