Pazartesi, Nisan 30, 2007

Ben bunları duydum


- "Hanımefendi köfte yok, patates yok, ayran yok. Çağlayan'dan gelenler hepsini bitirdi.
(Dolmabahçe'de bir açık hava çaycısı/ çay vardı/ güzeldi/ garson giderken "parayı demir olarak alabilir miyim?" dedi)
- "Sperm varsa dondurun o zaman!"
(Bir hastaneye bitişik kafede kapuçino içerken yan masadan geldi bu/ etrafımda doğal döllenenlerin sayısı, yapaylardan daha az şu sıra/ gerçekten...)
- "Bir yarım, bir çeyrek kokoreç" / "Çok güzeeel. İçecek bir şey alır mıyız?"
(Karaköy'de bir kokoreççi/ Menüden en doğru seçimi yapmışız...)
- "Şimdi Atatürk için bir alkış alalım. Sonra da bir 'veteremiz' var."
(Alaturka Popstar'da sunucu demişti bunu/ Bülent Ersoy asker selamı çakarak Onuncu Yıl Marşı'nı okuduktan sonra/ 10 Kasım mıydı/ şimdi de zemine uyar)
(Duyduklarım beş tane olsun istedim/ bir tane daha bulayım dedim/ aklıma gelmedi/ kafa kayıt cihazı çalışmadı/ uydurayım o zaman dedim/ böyle şeyleri uyduramamak ne acayip/ olmuyor...)

Çarşamba, Nisan 25, 2007

Her yer ortam kitaplığı


Sokaklarda öndekinin topuk nahiyesine bindirmeler, kaldırımın aşağısında yürürken arkadan gelen araba algı eşiğine giremediği için bir yaya gücüyle trafiği kilitlemeler, dolmuşlarda arkadan para uzatan sesini eriştiremediği için sosyal patlamalar arttı. Kimsenin kulağı dışarıya açık değil çünkü, kafadan kablolular dolanıyor ortalıkta. Çakmaklar bile müzik servis edecek; o da az sonra... Otobüslerde çış çıslardan inşa bir dip melodi bastırıyor eskimiş balata böğürtüsünü. Para uzatılan dükkânlarda bir ses ayarsızlığı gayriihtiyari. Ne dinliyor insanlar? Aynı şeyi dinleyenler birbirinin gözünden okuyabiliyor mu? Yan yana yürüyüp, yan yana otururken böyle, belki aynı dört buçuk saati birlikte yaşamış insanlar, aynı yerlerden geçip de, sonra birden kulaklıkları takıp ayrı ayrı ne dinlemeye karar veriyorlar? Sonra aynı şeylere ayrı müziklerle nasıl bakıyorlar?
Geçenlerde önümdeki kızı walkmaninde kasetin tersini çevirirken gördüm. Çabuk davranıyordu, yan gözle bana baktı, görünsün istemiyordu. Walkman çantaya girdikten sonra kablodan kaynak kendini belli etmezdi.
Karışık kaset yapmakla, karışık CD yapmak aynı değil hissen. Eve girerken ayakkabı, ceket çıkarır gibi astığımıza göre kabloları bir yere, dışarıda kabloluyla, kablosuz farkediyor hakikaten. Ne pisti A yüzü bitmeden şarkının bitmesi, sona sarma lüzumu bir de...

Cumartesi, Nisan 21, 2007

Makamımız ferahnak olsun


Bir seferinde, gençten bir hanım kızımız, lafa pek beğendiği bir meyhaneyi anlatırken önce leziz bulduğu mezelerden girmiş, sonra ortam tasvirlerine geçmişti. Sonra da ekledi: "Sürekli TSM çalıyorlar, şahane!" TSM, yani Te Se Me olarak...
Gözüm bazen TRT4'te yayınlanan, muhtemelen Arı Stüdyosu'nda çekilmiş "TSM" konserlerine takılıyor. Beraber ve solo; eserlerin güfteleri de altyazı olarak geçiyor; içten patlamalı karaoke serbest yani... Bazısında da söz, söz değil ki, Fatih'in topları gibi sıkışıyor insanın göğüs kafesine. TSM önce güfteden vuruyor beni; güfte insanıyım ben.
Fakat diyelim "İçimde kim vardır bir bilebilsen" diye bir yaylımla başlıyor solo olaraktan bir kadın solist, benim dikkat birden tafta tuvalete, kuaförde nasıl tarif edildiğini tahayyül edemediğim fön biçemine takılıyor. Kamera, nakaratlarda eşlikçi koroya dönüyor, bazı dişi koristlerin suratında net bir haset görüyorum ben, öndekine menzillenmiş. Zaten bir sonraki soloya çıkacak olan hanım doğrudan kenidini belli ediyor. Daha cafcaflı oluyor onların tuvaletleri, bir de nasıl bir özgüven...
Halbuki koro halinde söylediklerinde nasıl bir sükûnet var, meal uyduğunda birbirlerine dönüp gülümsemeler, "hepimiz aynı taraftayız"ın verdiği bir coşku hali. Arkaya düşmüş uzun boylu adamlar, uzun kollarını açıyorlar eğer en sağda ya da en soldalarsa. Zaten kollar yola gelmiyor, bitişik nizamda da özgün hamleler denenmekte. Gece üç buçukta izlerken hele, o coşku, o kökünü musiki aşkından alan o bentsiz coşku yataktan fırlatıyor insanı... Fakat işte onlar "Birgün karşılaşırsak ayrıldığımız yerde" diyorlar, benim aklım bu adamların, bu kadınların pijamalı hallerine kayıyor mesela gayet hicaz olarak... Güfteden de bir halt anlayamıyorum.
Şimdi kendisi kazık kadar bir adam oldu da, kardeşimin altı yaşındayken en sevdiği şarkı "Eski Dostlar"dı. Sözleri de ezberlemiş; insan altı yaşında hangi eski dostuna hitaben böyle içli söyler, hiç anlamadım. Belki rast makamına vardı bir meyli. Makamların burçlarını ve tedavi güçlerini (Nihavend bel ağrısına iyiymiş, hüseyni karaciğer, kalp ve ruh iltihabına iyi gelirmiş, zirefkend makamı kulunca...) anlatan bir site buldum; ilgilenen için dumura uğratıcı başkaca malumat da mevcut.
O sitede yoktu; gidişatı, dokunuşu, burcu ve de tedavi gücü nedir hiç bilmiyorum, ama ismen "ferahnak"a meyilliyim ben şahsen. En azından gün itibarıyla...

Salı, Nisan 17, 2007

Yan gelip yatma yeri mi?


Geçenlerde, üstelik de iş yerinde, elime bir kitapçık geçti; bir tür bilgilendirme, içe su serpme fasikülü. İlk cümledeki 'üstelik'in bağlanacağı yer, bu kitapçığın komple "İşyeri ve stres" üzerine olması. İlk yazıda elimden attım, isminin önünde Prof ve Dr bulunan bir embedded psikolog (kesin arada ismini Google'lıyordur, hiç üzerime bulaştırmam), "Her türlü başarının altında stres vardır" başlıklı bir makale kaleme almış. Stres yüzünden sağlığı kaybetmek de, gelişme yolunda fırsata çevirmek de bizim elimizdeymiş. Çünkü gerçek başarı sınırların zorlanmasıyla, stresle ortaya çıkarmış. Yazının bendeki etkisi, kendimi şaşırtacak başarıyla küfretmem oldu.
İş yerinde saadet olmaz, saadet nedir bilenler için, oradan geçtik. Kaldı ki yazılana, çizilene, konuşulana bakılırsa her yer bir potansiyel stres pompası. Fakat şimdi biz bu naneyi içimize alacak mıyız, almayacak mıyız? Ortada bir meydan muharebesi var, biz bir Spartalı, bir milyon Persli'ye karşı savaşacak mıyız, yoksa hükmen mağlubiyet numarasına yatıp başarıdan başarıya mı koşacağız?
Stres nasıl yapılır bilmiyorum, nasıl yapılmadığını da. Benimki stres değil, sinir kardeşim, sinirim zıplıyor benim. Her şey tepemin tasını attırıyor, hafakanlar basıyor. Bunu gelişme yolunda bir fırsata dönüştürebilir miyim, sen ondan bahset bana. E, neticede burası yan gelip yatma yeri değil, bilmekteyim. Bak yine basma yaptı...

Çarşamba, Nisan 11, 2007

Karışık bir tost


Kasaba bakkalları medya grupları tarafından paylaşılmıştır ekseriyetle; birinin girdiğine diğeri pek uğrayamaz. En şahanesi ise kasaba otogarlarındaki, eşek sucuğundan gerçek manada 'karışık' tost yapan büfelerin kapısında dizili yerel gazetelerdir. Ajanslardan apartma fotoğraflar, patates baskı, tashih üzerine tashih... Lakin karşı konulamaz bir çekicilikleri vardır, o "70 milyon şu an bizi izliyor" hissiyatıyla yazılmış köşe yazıları buzdolabı mıknatısları mekanizmasıyla yapıştırır gazeteyi ele. Geçenlerde Çanakkale yolunda, bir gün önceki yazısından yola çıkıp Ahmat Hakan'a "Bak sen var ya..." doğrudan hitabıyla (neredeyse) anasına küfreden bir köşe yazısı okudum. Etsin küfrünü, bana ne; ben yazıyla ve memleket gidişatıyla kurulan kablosuz ilişkiyi anlama derdindeyim. Kendi içinde mesut bir hayat tahayyülü gibi geliyor o evcilik oyunu, o iktidar simülasyonu...
'Ulusal' gazeteleri internetten okumayı pek sevmem, ama mesela sadece bazı haberlerin okuyucu yorumlarına bakmak için Hürriyet'e falan girerim. Geçenlerde Keith Richards'ın babasının küllerini kokainle çektiğine dair habere "Keitch'cim bunlar reklam kokan hareketler" diye bir yorum gördüm mesela. Haber, vakti zamanında "Benim uyuşturucularla problemim yok, polisle var" diyen Richards'ın kafası iyiyken yaptığı bir şaka çıktı, ama yorum kısmında aynı kablosuzluk... Keith'cim... Hakikaten anlamak istediğim bir ruh hali.
Bir de gerçekten kablosuz mecralar var, bir buçuk şeritlik kasaba yolları, karışık bir tost. Bir çay alacağım ben.

Pazar, Nisan 08, 2007

Kalçalar yalan söylemez

Bu bebekler ilk çıktığı zamanlarda, ki bu da tarih çizelgesinde en aşağı bir dört sene öncesini işaret eder, "Shakira bebeği" olarak halka arz ediliyor, etiketlere de gayet tabiatıyla "Şakira" olarak yazılıyordu. Nedir? İki kalem pili taktınız mı, hanım kızlar kalçaları iki yana sallıyor. Beyin arşivimden gitmeyen bir görüntüdür: Seyyar bir oyuncakçı Şakiraları pillemiş, kızlar üçlü çeviriyor... Tezgâhın karşısında bıyıklı, kerli ferli bir abi kalçalara kilitlenmiş, üstelik elindeki oyuncak silah orta Şakiranın göbeğine isabetli bir halde... Ürkütücü ve yol değiştirmeyi icap ettiren bir manzaraydı.
Sirkeci'deki alt geçitlerden birinde ilk şaşkınlığım Şakiraların, satış nüfus kütüklerinde Asena olarak kayıt değiştirmesi oldu. Ama ondan sonra da muhtemelen yine beyin arşivine bir demirbaş ekledim: Asenaların ortasında, kamuflaj desenli, aslının tıpkısı kıyafetiyle bir Mehmetçik kalçaları sallıyor iki yana. Niyeyse, sağ omzunda plastik bir cep telefonu, üç tane de kendisine göre dev boyutlarda üç mermi. Nasıl güleç yüzlü, nasıl bir hayat coşkusuyla kıvırıyor Asenalarla, Şakiralar arasında...
Zihnini bulandırmamak için çocuğu oyuncak silahtan, askerden, toptan tüfekten korumak şuurlu bir ebeveyn davranışı, fakat bu oyuncağın pedagojik manada nasıl bir etkisi olabileceğini bile kestiremedim. Hediyesi 14YTL (Asenalar kalça farkıyla 15 YTL) olan bu askeri çocuklarına satın alan ebeveynler neyin peşinde? Anti-militarist bir gereç sayabilir miyiz bunu, yoksa bu sevimlilik altında mı yatmakta tehlikelerin en büyüğü? 5 yaşındayken kalça sallayan bir askeri olduğunu hatırlayan bir genç erkek, zorunlu vatani hizmetinde ne tür flashback'ler yaşayacak? Ürkütücü bir sallanma, bir sağa, bir sola...
Shakira'dan bir şarkıyla bitirelim: "Kalçalar yalan söylemez".

Perşembe, Nisan 05, 2007

Mayom içimde

Azeriler 'en çetin damarı' diyor, 'en zor yanı' yani. Neyin en zor yanı? Bu saatte iş yerinde olmanın... Nesi kolay olabilir ki! Her şeyi geçelim, yapabileceğim şeyler var, bir de yapamayacaklarım, ki yapamayacaklarımı yapamadıktan sonra yapabileceklerimi yapmanın ne ehemmiyeti var.
'Mayom içimde' ne güzel bir aralıktır, tatlı bir ihtimal geniş bir zaman kipi için, bütün içe yayılır, denize giremesen de, girebilecek olmak, girmemiş olmanı değiştirir gözünde. 'En leziz damarı' der mi Azeriler? Belki Transilvanya göçmenleri...
Bir ucu okyanusa açık bir şehre gitmiştim dört beş sene evvel. Dar vakitlerde bol toplu taşıma aygıtı değiştirerek üçte ikisi dalgaların paşa gönlüne bırakılmış kumsala vardım. Sırtımda çok büyük olmayan, ama tüm mal varlığımı ihtiva eden bir çanta vardı; dalgalar beş katım büyüklüğünde, mayom içimdeydi. Ben o gün yalnız olduğum için, turuncu çantamı o kadar gözden ırak bir köşeye bırakamayacağım için, okyanusa yarı belime kadar girdim. Girdim mi, girdim. Döndüğümde okyanusa yarı beline kadar girmiş bir insan oldum.
Girişe değil, çıkışa bakalım, şu an için saatler 02:38. Mayomun yerini bile hatırlamıyorum. En çetin damarı budur bu nevi gecelerin.

Pazar, Nisan 01, 2007

Elinin körü sihirbazı


Senelerden çok önce, ilkini posta kutusunda bulduğumda hafiften ürkmüştüm: Ahşap posta kutusunda imzasız, adressiz beyaz oyal bir zarf ve el yazısıyla yazılmış bir mektubun fotokopisi... Metni tam olarak hatırlamıyorum, ama nihayetinde o mektubu biz de on kişiye yollamazsak, başımıza çok fena şeyler geleceğini yazıyordu. Buna inanmayan ve bir hafta içinde çocuğu trafik kazasında ölenlerden, dükkânı bir anda tutuşanlardan, verem olanlardan falan numuneler sunuluyordu. Teminat olarak da bahsi geçen mektubun dünyayı yedi kez dolandığı yazılıydı sonunda. (Belki bu dünyayı tavaf faslına girmese daha inandırıcı; bu işin tercüme hizmetini kim yerine getiriyor neticede?) Elbette ki biz o ilk mektubu on kişiye yollamadık, ama hemen çöpe atamamıştık kağıdı galiba. Sonra bunlardan çok gelmeye başladı, kaşarlandık.
Forward müessesinden hiç hazzetmem, günde on sekiz tane bilmem nereden komiklik, candündar yazısı, selçukerdem karikatürü, özellikle forwardlansın diye flashla üretilmiş hisli prezentasyonlar, bilmem nereden şirincik hayvan resimleri forwardlayanlara da şaşırırım, enerjilerine... İnternetin ilk zamanları değil de, diyelim altavista vakitlerinde, bu yeni iletişebilme müessesi de kendi batıl itikatlarını üretmiş, "Bu maili bir gün içinde 10 insana yollamazsan, başına şu şu felaket varyasyonları gelecek" nevinden iletiler inboxlara düşmeye başlamıştı. Bir de tabii 10 kişiye yollama edimini -tez elden aşk gibi- pozitif vaatlerle kışkırtmaya yeltenen tür çıktı sonra. Geçenlerde beş kişiye yollarsam yüzümü kara çıkartmayacak bir "para meleği" yollandı hatta.
Durup dururken asgari on kişiye mail atmanın altında bir çapanoğlu var muhakkak, bu birilerinin işine yarıyor, reklamı, tık'ı, bir sürü dalaveresi var bu işin. Ama mesela hiç üşenmeden bir mektup yazıp, fotokopi çektirip, masraf edip beyaz zarflara koyup da posta kutularına dağıtan şahsın ne tür bir menfaati vardı böyle bir şeyden asla anlamıyorum. Nasıl bir doyum bu? Birtakım umutsuz ev kadınlarının hayatını karıştırmak isteyen bir misyoner mi, birilerini huzursuz etmekten hoşlanan bir ruh rahatsızı mı, yoksa mahallenin kırtasiyecisi mi?
İnternetin türettiği batıl inanışlar var mı, bir de budur kafama takılan. Salı günü tırnak kesilmez, perşembe çamaşır yıkanmaz, makasın ağzı açık kalırsa kavga çıkar gibi, içinden save as, biçimlendirmeyi göster, kendimi şanslı hissediyorum, manage bookmarks geçen batıl inanışlar var mı? Olmaması ihtimal dışı... Dosya yüklenirken soldaki dünyadan sağdaki sarı dosyaya uçuşan "kağıt"ları izlemek huzur veriyorsa, huzursuzluk da uzakta değildir.