Perşembe, Mayıs 31, 2007

Sözde değil, özde 'olfrygt'


"Saçmalıktan hoşlanmam. Ayrıca sessizliği severim, az insanı çok insana tercih ederim."
Rolling Stone'u ele alınca, sayfaları karıştırınca, en önce bunu okuyorsun, kaçarı yok. Iggy Pop 60 yaşında bir de...

"İletişim Kitabevi'nde bir konuşma yapmaya çağrılmıştım. ...sen kalk aç karnına küçük bir konyağı indir midene. Sıkılganlığı yenmek için midir, nedir? (...) Epeyce kalabalık vardı. Hoşlandı galiba gençler, yuhalanmadım. (...) 'Açım çocuklar, Tavukçu'ya gidelim' dedim. Gittik. Sohbet süredursun, bir küçük rakı da içtim sanıyorum. (...) Olan olmuştu. Acaba konuşma yaparken de pot kırdım mı? (...) Çok şükür zırvalamamışım."
Vüs'at O. Bener 'Mızıkalı Yürüyüş'te anlatmış. 'Kendimi intihar ederim' dedirtmişti birine bir keresinde de...

"Ordu'da 1936'da Kahraman Sağa tarafından kurulan, Türkiye'nin ilk çikolata barı 'Tadelle' markasıyla, bir dönemin çocukları için çikolatanın adı olan Sagra, 1994 yılında kontrolüne girdiği Bayındır Holding'in yaşadığı ekonomik krizin kurbanı oldu ve faaliyetlerini durdurdu."
Son Tadellelere, Tadelle demiyorduk, ama yine de bir ekonomi sayfasında haberi derhal seçti göz...

"Tek bildiğim bir şey varken, çok bilinmez bir hal oldum"
Hayko Cepkin'in yeni albümü çıktı: 'Tanışma Bitti'. En, en sondaki hediye şarkıdan bu da...

"Şehir dışındayken bira bulamamaktan rahatsız edici şekilde korkmak."
Danca'da bu hissiyatı anlatan bir kelime var: Olfrygt.

Pazartesi, Mayıs 28, 2007

Fire tasması


Sokak köpeklerinden bahsedecektim. Gün içinde kaldırım, sokak girişi, otopark çıkışı bakmadan kendilerinden geçerek devrilen, burnunun dibinde bir kedi salsa yapsa dahi sol gözünü açmaya tenezzül etmeyen köpeklerden... O kendinden emin halden...
Gecenin tam bitimine, sabahın tam başlamasına yakın bir ara bölge var, o ışıkta bir film çekilse günün bitimine, akşamın başlama saatlerine yakın da diyebilirsiniz. Aldanırsınız. Ama bir ipucu... O sokak köpeklerinin, otoban girişi, hastane bahçesi, köprü çıkışı demeden celallenerek, uluyarak dolandığı saatler bunlar. Sabah nemrutluğunu çok iyi anlarım, bunlar da nemrutlar o saatlerde, yoktan yere parlıyor gibi görünseler de insana çok yakışabilecek bir öfkeleri var. Rahat batmıyor onlara, bir eylem koyuyorlar sanki. Varlıklarını hatırlatıyorlar. O saatlerde insanların yatak odalarının pencereleri kapalı oluyor daha; sokak kapıları içeriden kilitli... Eve dönmeyi unutmuş bir iki sarhoş, billboardları değiştiren bir iki adam, ilk otobüse yetişmek için durağa doğru sadece hayvani refleksleriyle yürüyen erkenci bir iki kişi daha belki...
Asfaltlanıp üzerine yaya kaldırımı çizilmiş yollarda, kapılarına fotoselli ışık takılmış 32 dairelik apartmanların dizildiği sokaklarda, benzinciler, yeraltı geçitleri, vinç kuleleri, cam şişe kumbaraları, ışıklı ışıksız tabelalar gibi "şey"lerden müteşekkil, tamamen insan yapımı bu senaryoda, kedi gibi, köpek gibi sokak yaratıklarının dolaşması bana iyi geliyor bazen. Bir yabancılaştırma efekti gibi, bana nerede olmadığımı hatırlatıyor. Küçükken kedilerin de okulu, köpeklerin de fabrikaları var sanıyordum. Anne kedi, baba kedi, çocuk kediler okulda... Yoksa onların da şehirde yaşamaları tuhaf geliyordu. "Ay sevimli şey" diye geçiştirilebilecek bir çocukluk show'u ya da "su"ya, "buu" demek gibi bir şey değil bu; gayet sağlıklı, temiz bir bakış aslında.
Gün içinde ara ara da çok önemli bir işleri varmış gibi kalabalıkları yara yara koşar sokak köpekleri. Yine varlıklarını mı hatırlatıyorlar?
Yoksa? Bunu kim kimden öğrendi?

Perşembe, Mayıs 24, 2007

Florasan kıpraşması


Florasan ışığından hazzetmem; florasanlı esnaf lokantalarına gitmem. Florasanlı evler içimi daraltır. Babaannemin evini getirir mesela aklıma, gözünü kısıp baktığında canavarlaşan çiçek desenli duvar kağıtlarını, sobalı odayla evin sobasız geri kalanı arasındaki ısı uçurumunu, soba tellerine asılan el bezlerini... Daralırım. Divana uzanıp gözünü kapadığında göz kapağında beliren florasan yuvarlağı, hâlâ sabit o perdede. Regülatör kutusu, Hac'dan bir ahbabın getirdiği altı kişilik zem zem takımı, sürgülü dolaplarında halamın fotoromanlarının durduğu bordo divan peşi sıra geldi. Florasan ilk açıldığında kıpraşır ya, o yaşlara ait bir sevimsizlikle birbirlerini izlediler. İştah şurubu zamanlarım... Yemek yememek için formika masanın çizgilerini sayışım, etli sebze yemeklerinin suyundaki yağ halkalarını birleştirişim...
Küçük gelinlikçiler vardır. Genelde apartman dairlerinden bozma gelinlik atölyelerinin, balkondan bozma vitrinlerine florasan konur. Çok çekmesin elektrik diye... O ışıkta, nuhnebiden kalma mankenlerinin üzerindeki tapon gelinlikler daha da sevimsizleşir, evlilik kurumu hakkında peşin hükümlenirsiniz. Bir florasan kıpraşmasıyla Fatih'teki gelinlikçiler geldi aklıma. Ne kadar çoklar, ne kadar çok... Dört katlı apartmanlar, pasajlar, sokak araları, her yer gelinlikçi dolu. Süpermarket gibi... BİM gibi mesela...
Malum, iklim değişimiydi, küresel ısınmaydı, her insan evladının bir mesuliyeti var. Onun, bunun yanında bana en çok koyan o tasarruflu ampuller, florasanlar... Beyaz ışıktan nasıl kaçıyorum... Nasıl bir nakşolunmaysa, ışık sabitlense de, benim kafa kıpraşıyor.

Pazar, Mayıs 20, 2007

Being Atatürk


Konya'da, müzeye dönüştürülmüş eski Mevlana Dergâhı'nı gezerken kendimi bir çağrışımlar silsilesinden alıkoyamamıştım. Müzenin bir matbah bölümü vardı. Matbah "mutfak" demek; Mevlevilerin eğitim ve terbiye aldıkları ocakmış burası... Ziyaretçilerin zihinlerinde daha kalıcı bir iz bırakmak gayretiyle gerçek insan boyutlarında mankenlerle bu terbiye sürecinin farklı evreleri canlandırılmıştı. Fakat bütün mankenlerin suratı tıpa tıp aynıydı; bakışlar, sakallar... Ve büyük odada onlarca "Mevlevi" var. "Being John Malkovich" filminden çağrışımlarla, zihnimde kalıcı bir iz bırakmıştı bu ziyaret.
Yazarken çağrışan başka bir haber de, Mevlana pulları basılacağı zaman hangi tasvirin kabul edileceği tartışmasıydı. Farklı minyatürlerde, saçı sakalı bırakın, aralarında zencisi bile olan farklı Mevlanalar resmedilmişti çünkü. O haberi buldum.
İzleyişimden çok zaman sonra, aynı filmin hafızamdaki yerinden ikinci taarruzu, bir bankanın Oniki Dev Adam maskesi dağıttığı dönemde olmuştu. Kartondan maske yapmak gibi basit bir fikir, o dönemki dev coşkuyla birleşince sokaklarda bile tanık olabileceğiniz absürd kareler salmıştı uzaya.
Sonra bunların politikacılar serisinin çıkmasıyla işin suyu çıktı. Gazetelerin tekinde bir sınıf dolusu maskeli öğrencinin fotoğrafını hatırlıyorum, ama nasıl bakacağımı bilemediğimden o fotoğrafı bulamadım şu anda.
Durumu kavramakla birlikte, Hrant Dink'in cenazesindeki Dink maskelerini bir talihsizlik olarak hatırlayacağım. Olmamıştı.
Ben kaçırmış olabilir miyim? Türk bayrağı konusunda yaratıcılıkta hiçbir sınırın tanımadığı bu son mitinglerde, kimsede Atatürk maskesi görmediğime gerçekten şaşırıyorum. Zihinlerde bundan daha kalıcı bir iz bırakılabilir mi; yüz binler/ milyonlar tek maske, tek vücut...
Ama hangi resmiyle, hangi Atatürk? Hiç bilemem.

Salı, Mayıs 15, 2007

3N + 1F


Bizim iş yerinde bir Müjdat Abi var. İncedir, uzundur, ama onun ötesinde ince bir insandır, konuşmasıyla insanı sakinleştirir. İlk hoşbeşlerimizden birinde bana 'En çok hangi hayvanı seversin?' diye sormuştu birden, ben de "Zebralar çok güzeller, zürafaları halleri çok acıklı geldiği için severim, iki penguen bir araya geldi mi de çok komik oluyorlar" demiştim. Güldü, "Ben de kedi köpek konuşacağız sanmıştım" dedi. O kediden konuşulsun sever, kedisi vardır, binanın çevresindeki kedileri de evden naylon poşette getirdiği mamalarla besler. Bir de bulduğu her şeyi okuduğundan, çok saçma enformasyonlara sahiptir, o yüzden hoşbeşi ayrıca zevklidir. Her şeyi okur derken, ayrımsız her gazete, derginin ötesinde, aralardan çıkan el ilanlarını, iş yerine gelen her türlü bülteni de atlamaz... Bir kez elinde kendisinin kullanmadığı bir ilacın prospektüsünü bile görmüştüm.
İşte Müjdat Abi'den öğrendim, Bodrum yerli ahalisinin sık kullanılanlara eklediği bir diyalogmuş. Biri soruyor "N'apan?". Diğeri cevap veriyor: "N'apam?" Tabii ne yapsın ki. Söz yine ilkine geçiyor, ki o da haklı: "N'apçen..."
Çok temiz bir diyalog gibi geliyor bu N'apan/ N'apam/ N'apçen üçlüsü. Bir yandan beyhude hepsi, bir yandan empatinin kralı gizli, herkes birbirinin halini o kadar iyi anlıyor ki aslında.
Biri bana "N'aber?" diye sorduğunda, çoğunlukla "Normal" derim bayağı bir zamandır. "İyi" demeye dilim gitmez, "kötü" desem, e kötü de değilim. "N'aber" girizgâhına yekten, "Şu oldu, bu oldu..." diye girmek de abes. Soranın da sorduğu o değil zaten... Fakat bu "normal"in yaygınlaşmasını da şaşkınlıkla izliyorum. Eskiden "normal" dediğimde anormal bir şey olurdu, gülen çıkardı, laf sokan çıkardı, egzistansiyalist bir hoşbeşe kapı açılırdı, iyiydi. Ben anormal olsun diye değil, "E işte" manasında diyordum, ama "Normal" de fazla normalleşti; sıkıldım, sıkılmışım. Kendi halime bırakıldığımda "N'aber"e "N'olsun?" diye cevap verdiğimi farkettim yakınlarda. Ne olsun işte... Bir empati kırıntısıdır beklediğim, ne olsun işte, ne olabilir ki...
Ecnebi memleketten hangi eş dostla konuşsam, yazışsam bu sıra, bana "N'aber?", sonra da "Kırmızı bayraklı mitinglere katıldın mı?" diye soruyorlar, "very fantastic" diyorlar. Dışarıdan nasıl görünüyor işte... N'apan/ N'apam/ N'apçen'i başka bir dile çeviremeyeceğim gibi, aklımdakini de çeviremiyorum onlara. "Fine" diyorum, "and you?"

Cuma, Mayıs 11, 2007

Dışarı takım verilmez


Lisede miydim, üniversite başı mı? Bir telefon fihristine ilkçağ filozoflarından girmeye başlamıştım. Bayağı, T harfine Thales girmiş, şunu demiş, bunu demiş, fikriyattan öznel seçmeler... Sonra aynı fihriste gazeteden okuyup okuyup Venezuella Devlet Başkanı, bizim Dışişleri Bakanı, BM Genel Sekreteri her kimse, isimlerini giriyordum. İyi geliyordu, her şey kontrolümde gibi hissediyordum. Düşünce tarihine en baştan başlamıştım, o gün ne olup bitiyor, ona da başka bir aşinalıkla hakim oluyordum sanki. Başbakanlar değişirdi, Savunma Bakanları, ama düşünce tarihi fihristten geçerek yaşadığım güne geldiğinde çift taraftan ne olup bittiğini anlayacaktım. Şimdi öyle düşündüğümü düşünüyorum, öyle bir plan yaptım, düşünülmemiş başlık kalmasın istiyordum diye düşünüyorum. Ancak böyle anlayabilirim diye düşündüm diye düşünüyorum. Fihrist kaldı öyle; kimbilir ne zaman...
Beşiktaş'ta bir 'ziyafet salonu' var. Ziyafetlerimiz için kiralayabileceğimiz bir yer. Hiç bir ziyafete davet edilmedim.
Ziyafet.
Ne acayip bir kelime değil mi, sesli söyleyince.
Eve gelirken taksi şoförü 'Hızlı gidiyorum, ama korkmuyorsun değil mi?' dedi aynadan. Bir ara korkmuştum. 'Otuz yıldır bu yollardayım, öndeki araba takla atsa nereye kaçacağımı bilirim, rahat ol.' Bu nasıl bir telkin?
Otuz iki yıldır bu yollardayım, öndeki araba takla atsa...
Artık elde ne varsa...

Pazartesi, Mayıs 07, 2007

Antenler deplasmanda


Tebdil-i mekânda yeni hafakan var:
- Bir taksiye bindik. Bıyıklı, saçı karlı bir amca, taksinin koltukları üzerine dev bir halının minyatürü gibi kilimler koymuş. Ön camda tükürükle yapıştırılan iki vantuzun tuttuğu, plastikten bir dikdörtgenin üzerinde aynen şunlar yazıyor: "I'd die for you/ You know it's true/ Everything I do/ I do it for you" En sonda da Winston Churchill söylemiş gibi imza: Brain Adams... (Dikkat; basbayağı Brain!)
- Bir duvar yazısı: Seniha never.
- Gar'daki gazete bayii, bir rafı çocuk kitaplarına ayırmış. Çok kötü kapaklar. Bir isim aniden okuyanı vurur: Huclaberry Finn. (Bunu mu demek istediniz?)
- Bir tabela: Süper kokareç. (Zannımca koka bitkisinden...)
- Yandan bir kulak misafirliği. İki genç sevgili. Oğlan diyor ki "Ömer Hayyam Semerkant'ta doğmadı ki, nereden çıkarıyorlar. Hem adamı da kafir gibi göstermek istiyorlar. Tamam o da içkisini içmiş, aşk yapmış, meşk yapmış, ama sonra tövbe etmiş. Bir sürü pişmanlık rubaisi vardır. Bunu söyleyen o salak kız da dini bütün bir insan olsa! Sanki başkasının günahından o yanacak, herkesin kendine..." Sevgili de diyor hemen "Ben senin için yanarım hayatım". Oğlan bir rubaiye yekten giriyor: "Ben de yanarım, grill olurum."
Ben Eskişehir'deydim.

Perşembe, Mayıs 03, 2007

Bunu mu demek istediniz?


Google yeni bir adet çıkardı, klavye sürçmelerine karşın güya bizi kolluyor, 'Bunu mu demek istediniz' diye soruyor. Eyvallah, da her zaman işe yaramıyor. Diyelim -niyeyse- 'karyola' yazarken çift l (le) bastınız, boşluğumuzdan faydalanarak bize arattırmaya çalıştığı şey 'karayolları'. Aradığınızdan az biraz şüpheniz varsa... Ya da bile isteye 'Tiren' yazdınız, Tiren Denizi manasında, kim karışır, İtalya'ya gideceğim belki... Ama yok, illa sığa çekecek bizi 'tren mi?' diye...
Zaten word'ün otomatik düzeltmelerinden de hazzetmem, bir daha okur, e çıkarsa da tashihimi yutar otururum.
Başka bir şey ararken başka bir şey buldum zihnimde: 'Resmi alana uydur' kılçıklı bir komut mesela. Hakikaten fonksiyonel, ama 'işi kılıfına uydur' çağrışımı var.
Violent Femmes çaldı radyoda az önce, 'Gimme the Car'... 'How Can I Explain Personal Pain?' diye bağırıyordu Gordon Gano.
'Alana uydur' desem olmaz. Zaten bunu mu demek istediniz?