Cuma, Temmuz 17, 2009

İnsanların çantaları

Tek tek düşününce, mesela bir eldivenin ele girişini, elin şekline göre imal edilmiş o nesneyi, bir çorabı, iki bacaktan geçmesi için delikleri olan bir külodu, bir tuhaf olmuyor mu insan... Bir ihtiyaç için, bir şekle uyacak biçimde yoktan var edilmiş hepsi. Çanta dediğiniz de hiç az buz değil.
Kadınlara mahsus sayılan moda zaviyesinden topa girmeyeceğim belli. Onlar aynı okuldan dağılmış öğrenciler gibi saçılıyorlar ortalığa her mevsim.

Belki hakiki deri bile olmayan, her kıyafete uysun diye, misal siyah çantalarını kavrayışları vardır yaşından büyük gösteren aslında 30 başlarında iki çocuklu ev kadınlarının. Onların annelerinden öğrenilmiş bir cüzdan tutuşları da vardır; zaten para çantası denir o modele, cüzdan değil. Kalınca bir tebrik zarfı gibidir, öndeki bozukluk çekmecesinden üç parmakla demir paralar ayıklanır. Çok sıkı tutar bu kadınlar çantalarını. İçinde çok paraları olduğundan mı? Azı çok lüzumlu olduğundan...

Çanta yerine ekseriyetle bir kenar mahalle kuyumcusunun eşantiyonu olan, üzeri yazılı bez poşetler kullanır yaşlı teyzeler. Arada yıkarlar onları; kuyumcunun telefon numarası, fax'ı silikleşir. Avuçları terlediğinden sapları incelir zamanla. Bu bez çantalardan, yıkanıp yıkanıp her evden çıkışta doldurulan, artık bir markası da kalmamış bu yüzden, plastik şaşal şişe başları görürüm. Bir sokak köşesinde durup iki yudum alırlar, sokakta suya vermemiş olmanın ferahlıyıla daha çok, özenle yerleştirirler geri.

İlkokul 1 çantamın kokusu burnumdadır. Okul çıkışlarında pembeli barbie yahut mavili süpermen çantalarını sırtlamış kadınlar olur okul çapındaki sokaklarda. Yanda çocuk, çantasızlığın ve de dersten azade olmanın verdiği hürriyet coşkusuyla seke seke yürür, apartman duvarlarına elini sürüyerek koşar. Sırtında barbie'li çantasıyla, sütyensiz göğüsleri beline yakın bir kadın bağırır: "Dibimden ayrılma!"

Devri geçti gibi görünürken, devri geçmemiş küçük işlerle meşgul, küçüğe mahkum bir muhasebecinin james bond çantası geçer yanımdan. Yere değen köşeleri eprimiştir; şifresini ilk aldığında 123 yapıp onu da unutunca, çoktan vazgeçmiştir. James bond çantalı adamlar gömleksizlerse eğer, önden üç düğmeli, ağırbaşlı renklerle çizgili, yakalı tişörtler giyerler. Çantanın yere değen köşeleri gibi, çizgilerin rengi solayazmıştır koltukaltlarından.

Laptop çantasına evrak koyan adamlar var bir de. Anlarsınız; dünyanın en incelmiş laptop'u o hafiflikte sallanmaz boşlukta. Trafik'e giden evraklar vardır, at yarışı ganyan ağırlığıdır, eşantiyon ajanda ağırlığıdır bu. Ajanda da geçen seneden kalma.

Cuma, Temmuz 03, 2009

Kestir-me

İş dağılma vaktinde Harbiye Askeri Müze'nin önü... Lokasyonun önemi, aradaki caddenin büyüklüğünü, iş çıkışı vakitlerinde ne kadar kalabalık olabileceğini işaret etmesinden, ekseri popülasyonun cibilliyetine dair kestirme bilgi vermesinden...
Alışveriş yorgunu kolları paketli kadınlar, parfüm dozları yanlarından geçerken burnumu sızlatan adamlar gözümde şeffaflaşmış yürürken, ileriden bir ses geldi. Bir bağırtı geliyor ama bir insandan mı, başka bir canlıdan mı ondan bile emin olamıyorum. Bilmediğimiz bir dil gibi yahut diller öncesi zamandan bir nida... Ses yükseldikçe, sahibi karşıdan beliriyor, yaklaşıyoruz. Marx sakallarının dudak çevresi sigaradan sepyalaşmış, üstü başı dökülen şarapçı bir amca... Amca diyorum ama belki abi diyesice yaşlarda... Aradan arabalar vızır vızır işlerken, el kol işaretleriyle birlikte karşı kaldırıma bir şeyler anlatmak istiyor. Anlayamadığım bir şey diyerek sesleniyor. Yanından kadınlar "Iyy pis deli" bakışlarını ondan tarafa döndürmeye bile tenezzül etmiyor, sadece onlara mahsus saydıkları atmosfere salıyorlar, ileride ölü bir noktaya atıyorlar bakışlarını, bir benzerlerinin hemen oradan alıp onaylayacağı boşluğa... Şarabın en iyisinden anlayanlar onlar.
Amca gülümsüyor sonra, gayesine ulaşmış, eliyle bir "Naber" yapıyor. Peş peşe denk gelen iki cip geçtiğinde yine gülümseyerek o "Naber"i alan diğer amcayı görüyorum; yine Marx sakallı bir şarapçı... Boşuna yıllar sonra kardeşini bulmuş gibi mesut değil, karşı kaldırımdaki adamla kardeş kadar benziyorlar.
Kardeşiyle aynı dili konuşuyorlar. Bir inilti gibi, bir böğürtü gibi karşıdan cevap geliyor araba vızıltılarının ortasından. Biri aşağı, biri yukarı doğru yürümekte. Kesiştikleri noktada birbirlerini buluyor, buldukları noktadan yırtık ayakkabılarının topuklarını daha da eriterek yollarına devam ediyorlar. Benim kaldırımda olanının gittikçe yaklaşan yüzünde, güzel bir şey sonrası insanın hemen silemediği gülmeli bir ifade kalakalmış, daha beş saniye falan da durur.
Ben aşağı yürüyorum, o yukarı. Kesiştiğimiz noktadan yollarımıza devam ediyoruz.
Bütün bunlar en fazla 35 saniyede oluyor.
Yolum kısalmış gibi geliyor.