Cuma, Aralık 31, 2010

Çimento yazıları


Yeni sıvanmış bir duvar olur, bazen bir kaldırım kenarı... Islak çimentoya adını yazarlar. Gri zeminde bir Mahmut, bir dal parçasıyla kazınmış bir Osman. Genelde erkek isimleri olurlar. Kadınlar yazmaya çekinirler mi?
En azından bir ayak izi... Ay'a, Mars'a ayak basmış gibi. Bir Ali buradan geçmiş gibi...
Bugün işe gelirken 'Sevdam' yazdığını gördüm bir ağaç etrafı taze çimentoda. Niyeyse bunu da bir erkek kazımış gibi hissediyorum tarihe.
Tarihe geçmek böyle bir şey.
Islak çimentonu bulacaksın.

(Niyeyse biri de bu fotoğraftakini yazmış bir uzak elde. Kadın da olabilir.)

Çarşamba, Ekim 27, 2010

Kendim normalleri

Eve ilk taşındığımda, şu şuraya konsun, bu burada daha iyi evresinde, milyonlarca jumbo çöp poşetini boşaltırken yani, daha net görüyordum. O kitap rafı, onun yanında aslında hiç iyi olmadı diyebiliyordum. O resim ne saçma görünüyor orada? Olmayan şeyi görebiliyordum. Kimini değiştirdim, o anki tespite göre müdahale ettim, kimine elimi sürmedim. Zaten mesele ev dekorasyonu değil. Uymak ne zaten... Fakat iki ay geçti, artık göremiyorum. Görmüyorum, her şey yerli yerinde gibi geliyor.
İşte bu beni rahatsız ediyor. Yerlerini bulmuş eşyalar gibi olabiliyor her şey ve çok çabuk, hiç fark etmeden sabitleniyor. Görmüyorsunuz. Gözünüze batmıyor. Normalleşiyor. Alışıyorsunuz. çok pis alışıyor insan.
İki ay önce görüp de şu an göremediğim ne? Çünkü bir kırıntı, bu rafın da, bu masanın da, hiçbir haltın, hiçbir haltın yanında iyi durmadığını söylüyor. Benim normalim bu değil.
Tabii tabii, ev dekorasyonundan söz ediyorum.

Pazartesi, Ekim 04, 2010

Bilinmeyen numara

Dilini bilmediğim ülkelerin radyolarını dinliyorum. Müzikler bazen iyi oluyor, bazen çok iyi, bazen boktan. Başka bir yedeymişim gibi, ama neredeymişim gibi. Aralardaki konuşmaları seviyorum, hiçbir şey anlamamayı ama anlar gibi olmayı... Üç dakika geçiyor, gerçekten benim kafamda anlaşılmış bir metin oluyor, sanki. Muhtemelen gerçeğinden uzak, ama çok uzak da değil.
Başka dillerde de olsa reklamlarda nasıl aynı bir tonlama var. Mal sattırmanın tek bir dili, bolca aksanı var. O mutlu gibi, komik gibi, coşkulu gibi canlı diyologları. Hepsi birbirine benzeyen reklam müzikleri. Anadilde kapitalizm.
Bazen oyuncularının bilmediğim bir dilden konuştuğu filmler izlerken ve bir yandan altyazıyı okurken, bir an sanki altyazıyı okumadan anlıyormuşum gibi geliyor. Bir illüzyon. Bir an göz görüyor mu, okuyor mu karışıtırıyor. Okurken de görüyor, görürken de okuyor.
Bende bu sık oluyor.

Cumartesi, Eylül 25, 2010

Kendini ban'lamak



Daha evvel '70 milyon sizi izliyor'da benzeri bir 'nereden-nereye' durumu yazmıştım. Her kelimede niyet ve zihniyet kendini bir lokma daha ele veriyor, bir kelime, bir cümle derken lafın sonunda kendinizi bambaşka bir yerde buluyordunuz.
Sabah'ın Günaydın ekinde 'Halk Ne Diyor?' köşesinden almıştım. Biri diyordu ki "Gay polis de olur, asker de. İnkar etmek anlamsızdır. Fakat burada olmaz. Belki ileride olabilir. Ama olmasa daha iyi olur."
Burada hülasa, 'olmasa daha iyi olur'dur.

Bambaşka bir vesileyle gezinirken şöyle bir metne denk düştüm. Nereden nereye...

"Evren üzerinde kimseye çirkin diyemeyiz bizim insanlığımıza yakışmaz ALLAH’ın yarattığı bütün canlının ayrı bir güzelliği vardır." diye başlıyor. E, tamam...
"Belki bazıları bunun bilincinde hareket etmiyebilir ama gerçekler acı olduğu için insanların çoğunluğu düşünerek hareket etmekten kaçıyor." Türkçe sakatlıkları bulunsa da bir fikir ortaya koyma niyeti, bir eleştirellik var. Sonra devam ediyor...
"Bizde istedik ki güzel bayanların seslicet odası olsun bütün güzellerimizi orda toplayalım sizlerde bu güzellikleri görmek istiyorsanız çıtır kızların odasına bağlanmak istiyorsanız bağlantılı resimlerimizi tıklamanız yeterli olacaktır."
Yuh... Evrenden, Allah'tan girip geldiğimiz yer burası mıdır? Sesli çet odası mı? Çıtır kızlar mı? Böyle bir girizgâha gerçekten lüzum var mı?
"Unutmadan şunuda söylemeliyim kimsenin güzelliğiyle, çirkinliğiyle dalga geçmeyin aksi takdirde banlanmanız an meselesi olur. Umarım bu konuda doğru anlaşmaya varmışızdır." diye bitiyor.
Ama ben de bitiyorum. Ban'lıyorum kendimi bir nevi...

Cumartesi, Eylül 11, 2010

Doludolu

Nakil, iptal ve türlü sebepler yüzünden Telekom'dayım. Sıra numaram geldiğinde dipteki küçük odaya geçiyorum. Bir masa, karşısında bir sehpayla sandalye, bir de dosyamsılar için raf... 50'lerinde güleryüzlü, hatta ultra güleryüzlü bir abi oturuyor karşımdaki masada. Yanına tabure çekmiş durumda gençten bir kadın bir de... Dar kumaş pantolon, küçük gömlek, gölgeli saçlar. Ben lüzumlu işlerimi söyledikçe abide hep bir "Hallederiz" havası, bir yandan da gençten kadına yönelik "İşte buradan girdik", "646'yi seçiyoruz burada da" nevi pedagojik yönlendirmeler.

Bir ara çalıştıkları sistem yavaşlıyor, durumu yumuşatmak için yapılacak esprileri de vazifesine dahil etmiş abi. Bunu şaşırdığım bir sevimlilikte yapıyor, çünkü on iki dakika bekledikten sonra kullandıkları programın benim sokağımı göstermesini yüzyılın buluşu imliyor. "Bak bak şimdi sizin apartmanı göreceğiz" diyor Ay'a gideceğiz gibi. Belli ki o buna inanamıyor, fazla gördüğüm o on iki dakikaya rağmen benim de inanamamamı istiyor.
Yerdeki o ayak koymaya yarayan dev ayak takozları, onun geldiği, onun memur olduğu, onun bir bilgisayar ekranından Beşiktaş'ta bir sokağın, bir apartmanın görüntülenmesine inanamadığı zaman.
Abi bir şeyler için üç dakikalığına dışarı çıktığında genç kadına işe yeni mi başladığını soruyorum. "Evet, ama beklentilerimin çok altında çıktı" diyor. Bankada çalışıyormuş eskiden, bulunduğu konum da, mesuliyeti de, maaşı da daha iyiymiş. "Artık daha genç, üniversite mezunu, dil bilen personel çalıştırmak istiyorlar burada. Eski ilkokul, ortaokul mezunu personeli temizlemek istiyorlar. Ama iş ilanlarını gözden geçirmeliler bence. Verdikleri ilan bu değildi" diyor.
Üç dakikalığına dışarı çıkmış olan abi o 'temizlenecek' güruhtan. Bizim kız da yeni, arzulanan... Abi, genç kadına her şeyi bilen abi gibi yaklaşıyor, komik bir abi olmak istiyor. Ara ara yalnızlarken "Üniversite okumak da ne ki, artık herkes okuyor" diyormuş genç kadına; alçak sesle söylüyor kadın bunu bana yerin kulağı varmış gibi.

İkisi de birbirinden nefret ediyor. Yok, aslında. Abi için genç kadından nefret etmek kendi sonu olur, o gittiği yere kadar abiyi oynamak istiyor. Genç kadın başladığı yeni işte kıdemliye kusur etmek istemese de abinin yaptığı işin bir halt olmadığını, lüzumsuz bir çekirge hayatı yaşadığını düşünüyor. Ama türlü sebeplerden de bankayı bırakmış işte, diplomasına hürmet eden bir yer diye buraya gelmiş. İkisi de ertesi gününden korkuyor, ikisi de bugün bitsin diye düşünüyor. İkisinde de ağrı kesici var.

İşte bunun adı özelleştirme oluyor.

Telekom'a kaç sene evvel bir gittiğimde grev vardı. O gün ise inşaatı süren yeni binaya gittim. Yaptığım işi soran abi "Ne güzel! Hayatı dolu dolu yaşıyorsunuz, değil mi?" diye sordu bana. "Olduğu kadar" dedim.

Cumartesi, Ağustos 14, 2010

Kendimi şanslı hissediyorum

Bazı cümleler gramer olarak kusursuz, anlam olarak tam kurulmalarına rağmen çeviri kokmaktan kurtulamıyor. Zaten o kokuyu tam da bu nezih restoran havası veriyor. Dil, esnaf lokantalarıyla kurulur oysa ki...
'Kendimi şanslı hissediyorum', bir Google hizmeti olarak Türkçe haliyle hep bu uzak lezzette geldi bana. Hizmete adını veren cümleye bu mesafeden dolayı, hizmetin kendisini de anlamadım, anlamak istemedim. Fakat geçenlerde bunun sadece bir dil sorunu sayılmayacağını, aslında kendimi 'şanstan' çok uzak hissettiğim için oraya asla tıklamamış olabileceğimi fark ettim. Kendimi şanslı hissetmediğime o kadar eminim ki, rulete çevirmek istemedim en gündelik aramayı. Fazla Doğulu galiba.

Dün biz iki kişi, önümüzde kahveler iş yeri bahçesinin bir gölgeliğine sığınmışken, birden lafımızı duyamaz olduk. Daga daga daga daga... Biraz bağırsak çözülür sandık, daga daga daga, sonra asıl meselemiz bu olmaktan çıktı. Daga daga daga, yazın kavurduğu bütün otlar, susuzluktan moleküler düzeyde ayrılmış toz, toprak, daga daga daga, ağaç kuru dalları, kuru kurtları birden uçuşmaya başladı havada. Eteği olanlar eteğini tuttu, kulağını sevenler kulağını, kahvesini sevenler kahvesini... Sallayınca içinde kar gibi simler yağan hediyelikler misali kaldık, daga daga dagaların arasında kız çığlıkları, nereye koştursan boş. Dün kahve içerken yanımıza bir helikopter indi.
İçinden patron çıksın da küfredelim derken, önce memelerini, sonra onu gördüm. Dün kahve içerken yanımıza Banu Alkan indi.
Kendimi şanslı mı hissedeyim yani?

Perşembe, Temmuz 29, 2010

Koliler ve koli basilleri

Çok kızsam da, hiç anlamasama da, bugünlerde bana en yakın duran şey havalar; itiraf etmeli. Yükselen burcum İstanbul havası. Öyle şairane tonlarda 'Ne sağı, ne solu belli' gibi değil, 'Ne havasına, ne kızına...' kaypaklığında da. Birden boşaltırım yağmuru duş başlığından gibi, istersem gölgede 33. Öyle diyor; bu havalar bize bir şey anlatmak istiyor. İlmi neden-sonuçları şahıslara da uygulanabilir mi pek muhterem bilim insanları?

Bir süredir tozum, rutubetim; niye 17 sene saklandığı belli olmayan bir plastik tavşanım, okunmuş kitaplar arasından çıkan kağıdım. Koliyim; koli basiliyim bir süredir. Evden de taşınıyorum, işten de. İlkokul pasoları, retro'su bir daha asla yaşanmasın gözlüklü fotoğraflar, kim olduğunu hatırlamadığım insanların kartları, başka şehirlerin haritaları, metro biletleri... Ve bir sürü 'Bu neyin hatırasıydı?'

Çok fazla defter var. Bazılarını açıp okuyamıyorum, içim daralıyor. Hey yavrum, neymiş bu kadar derdin diye sorasım geliyor. Ama atmaya da gönül el vermiyor. Taşınırken kaybolmasını dilediğim bir koli oluyorlar.

Kapaktaki tarife bakılırsa 19-20 yaşlarında okuduğum bir kitabın arasından, o kitapla alakası olmayan bir kağıt çıkıyor. "İnsanları anlama problemim yok, insanlarla anlaşma gibi bir problemim" var yazıyor. Diyen Kafka. Gerçekten Kafka bunu nerede dedi? Dedi mi? Kim dedi? Bu neyin hatırası?

Çarşamba, Haziran 30, 2010

Cismi domestik

Bazı dolmuşlarda, bazı minübüslerde görüyorum. Şoför mahalline bir ev yaşantısı kurulmuş oluyor, aynanın etrafında sallananlar ne ki! Tüm ön cam ve ön konsol yuva... Türlü havlular, maskotlar, alengirli CD kapları, anahtarsız anahtarlıklar, çıkartmalar, hepsi neon ışıkların altında daha domestik bir mizansene dönüyor. Bazılarında televizyon, DVD oynatıcı açık oluyor hatta. Ben patatesleri soyarken televizyon da açık olsun gibi. Sesi bile yeter gibi. Kavrulan soğanın kokusu burnumuzda gibi. İş yerlerini evlerine benzetmeye çalışan insanlardan farklılar. Benzetmek değil, iş yerleri ev olsun istiyorlar.
Bazen gecenin ortalarında, uykudan tam kopamamış bilinç berraklığında bir başka görünüyor ev bana. Koltuğun üzerinde birikmiş gazetelerden o yamuk duran Taraf'ı çantamdan nasıl çıkardığımı, arasında kalan bir el ilanını hatırlıyorum. O bitik pil nasıl sehpadan yere düştü ve orada kaldı; o pil nasıl bitti, o tel toka nasıl sıkışmış duvarın dibine... Başka bir şey ararken üç sene önce not aldığım bir kağıt görünmüş aradan; koltuğun her zaman durduğu sağ açıdan bir miktar sola kaymasının nedenini, elimde toplanmış çamaşırlarla geçerken sağ dizimi çarpışımı hatırlıyorum. Sabaha yakın saatlerde tuvalete girmek için böldüğüm uyku, gözlerimi yarım açmama müsaade ederken bir göz daha açıyor, benim tarihimin eşyaları, benli tarihleriyle karşımda duruyorlar. Cisimleri kadar yer kaplıyor tarihleri uzayda; cisimlerini değil, onları görüyorum.
Sonra dönüp tekrar yatıyor, sabaha hiçbir şey hatırlamıyorum.

Pazar, Haziran 13, 2010

Anne ayaklarım yere değiyor

Annelerinin sesi ne kadar yüksek çıkıyorsa, genlerle aktarılmış göz rengi, ayak serçe parmağı eğriliği, sabah nemrutluğu gibi, çocuklarının ki de o kadar... Sahilden şemsiyeye doğru bağırıyorlar: "Anne ayaklarım yere değmiyor". Beş yaşında olanları var, sekiz yaşında olanları, simitli yüzeni, tek kollukla takılanı... Kendilerini yırtarak bağırıyorlar hayatlarının en büyük eşiğini. Bir günde kaç çocuk geçiyor o eşikten, bilir misiniz?

Kaldığımız yerde sekiz gün geçirmiş bir çiftin kadını, mekân sahibine dert yanıyordu giderayak: "Keşke odalara televizyon da koysaydınız..." Günü oda temizlemekle, patlıcan biber kızartmakla geçiren kadın usulca bir şey söylemiş olacak "En azından bazı odalara... Ekstra para da talep edebilirdiniz. İnsan akşamları yapacak bir şey bulamıyor. Televizyonun sesi yeter..." dedi. Yaşadığı şehirden bilmem kaç yüz kilometre direksiyon sallamışlar, bunun adına "tatil" demişler, Michael Jackson'un Jackson Five zamanı kadar yanmışlar, bir arzuları var, eksikliğini duydukları tek şey...

Sezen Aksu'yu ne çok seviyor tatil beldelerinin geceleri; televizyon değilse Sezen Aksu. Bir yandan o çalıyor, bir yandan karşılıklı susarak çekirdek çitliyor, kola içiyor şehir çiftleri. Sezen Aksu'yla problemim, Sezen Aksu'yu sevenlerden başlar. Bir sevme biçimi dayatırlar insana. Geçenlerde, bir iş çıkışı serviste billurlaştı cümlesi, porno endüstrisini hatırlatıyor bu matematik bana. Sezen Aksu dinlerken nasıl uyarılmanız gerektiği bellidir.

Tatildeyim, ayaklarım bazen yere değiyor, bazen değmiyor.

Pazar, Mayıs 16, 2010

Akitler ve vakitler

Alkollü direksiyon başına oturmak gibi, keyfim toptan kaçıksa oturmuyorum hafakan'ın başına. Mızıldanmak, sızıldanmak istemiyorum. Halbuki yazılı olmayan bir akde göre hafakan bastıkça güncellenir, bastıkça güzelleşir. Her zaman değil.

Eski gazeteler birikiyor evde. Eski gazete yığınının yüksekliği, santimetre olarak evden, evin içinde dahi olsam ev insanlığımdan uzaklaşmamın birimidir aynı anda. Eski gazeteler sadece benim bildiğim bir göstergenin anıtıdır. Halbuki sadece gazete olmalarıyla tehirli okunma dileği baki kalır, lakin eskiliği ağır basar; okunmaz. O gün okunmayan gazete ertesi gün sadece can sıkar. Aradan 17 gün geçtiğinde o anıta bakıp dibine sessiz bir küfür çelengi bırakırsınız kendinize.

Üzerlerinde matbu tarihi yoksa da, yapayım, çözeyim, bitireyim, kafadan temizleyeyim denilen her işin de saydam tarihleri vardır görünmez yerlerinde. Dilek baki olduğu için yapılası varsa da, o tarih geçtiği için kendi içinizde açıkta bırakırsınız, üzerleri kurur, bayatlar. Toprağa benzerliğini unutanlar, yanlış mevsimde tohum atsa da yeşereceğini sanır. O saatten sonra vereceğiniz su can değil, sudur artık; gübre safi bok... Öyle paşa gönüle göre olmaz.

Üst katlardan sesler gelir, biri öğlen 1'de bağıra bağıra esner tam zamanında uyanmış gibi, ben kendi kendime şu saat neyin tam zamanı diye düşünürüm. Birine bir söz vermişim sanki, alkollüyken mi, uyurken mi, zihnim bir karakutu daha emeklerken mi? Hay sıçayım hatırlamıyorum, görünmez bir akit ve görünür bir vicdan ağrısıyla, öyle toprağa bakarım.

Çarşamba, Nisan 21, 2010

Safi cereyan

'New post'u açmışım, saat 3 olmuş, kalmış. Havalanmış iyice sayfa, cereyan yapmış kapılar tülleri kabartarak çarpmış, camlar macunlarından oynamış. Bunu duyan birileri "İndi üst katın bir yerleri" demiş içinden. Sevinmişler.
Birkaç şeyden emin olsam daha rahatlayacağım. İnsanın sözlü yahut yazılı sarf edeceği kelime miktarı sınırlı mıdır bir ömürde? Bir çuval, ağzı bağlı durur da iç organların arasında bir yerde, avuç avuç kullanılır mı oradan? Bunu iyi idare etmesini bilmeyen, misal har vurup harman savuran başta, sonra bunun cezasını çeker mi? Hayatta hiçbir lüzumu bulunmayan şeyler yazmakla, lüzumsuz yere boşalır mı çuval?
Hiç hakketmeyen insanlarla mecburi münasabetler daha sonra bir sevdiğimize kuracağımız güzel cümlelerden mi yer?
İki kahramanın bir gün evvelini bilmekle, bir televizyon dizisine paçayı kaptırır kadar kolay... Bir gün kalır mıyız cümleten elimiz, ağzımız lafsız? Safi cereyan...
Aşağıda yazan yalan; saat 4'e 10 var.

Perşembe, Nisan 01, 2010

Hastanın öyküsü

Hayatından bezmiş, işi göz olduğundan derdinin durup dururken bir de ikiye katlandığı, en azından bu nemrutlukta konuşan, yürüyen ve duran doktorun elime tutuşturduğu kağıdı girişteki kıza vermem gerekiyordu. Yürürken hızla göz attım. İsim, yaş zart zurt dışında "Hastanın şikayeti/öyküsü" diye bir madde vardı. İçi kurumuş doktor ben hasta için "Uzağı iyi göremiyor" yazmış. İlkokul 4'ten beri, evet.

Daha bunu okumadan evvel, içerideki halinden, benim muhtemelen hava güzel diye ekleme lüzumsuzluğu gösterdiğim bir iki hafif lafa tersi bir mevsimden cevap verince, benim de içime bir bulut çökmüş, tam çıkarken "Çok mu mutsuzsunuz?" demek istemiştim adama. Çok Yavuz Özkan filmi olacaktı. Ayrıca bu adam "Hayır" der beyaz önlüğüyle florasan beyazında kendini karşımda yok edebilirdi. Zaten bana ne...
Fakat "Uzağı iyi göremiyor"... Sen yakını görüyor musun be adam?

Sonra Yedi Sekiz Hasan Paşa'dan ıspanaklı kurabiye alıp Kambur'un Bahçesine oturdum. Elimdeki kitaptan daha ilginç bir muhabbet geldi kulağıma. Yan masada önlerinde üniversite hazırlık kitapları açık üç kız Ermeni soykırımından konuşuyordu. Biri "Olayları kişisel almamak lazım. Benim de ailemde Ermenilerden kaçarken kendini yanan tandıra atan var" dedi. Laf dolandı, diğeri "Ben Zazaca biliyorum ama az" dedi, "Adın ne demeyi biliyorum. Bir de 'Yaşasın 1 Mayıs' demeyi"...

Bütün dinlediğim yan masalar, hakkında yazdığım bütün doktorlar bir gün beni bulup hesap soracak. Uzağı görüyorum.

Cuma, Mart 19, 2010

Her şey, her şeyle ilgili

Bir otoban yanı mahallesine açılan duvarlarda, siyah sprey boyayla "İsyankar Hakan" yazıyor. Aynı siyah spreyle kankası devam etmiş: "Serseri Suat". Bir akşam hava kararınca gelmişler, otobandan görünecek yeri seçmişler. Hakan yazarken Suat fener tutmuş, Suat yazarken Hakan. Sonra fenerin öbür ucundaki lazerle mahalleye, kedi delirtmeye gitmişler.
Daha önce defterime yazmışım, ilk kez çevireceğim bir telefon numarası. Kendi el yazımdan son rakamı çözemiyorum; 6 mı, 0 mı? Önce 6'lı, sonra 0'lı versiyonu tuşluyorum. İkisini de kimse açmıyor. İki ayrı evde, birbirinden belki çok uzak, belki iki sokak uzaklıktaki ayrı iki boş evde telefonların çalışı gözümün önüne geliyor. Bir evin sahibini tanıyorum, diğeri çıksa 'pardon' faslı...
Bazen ikişer saniye aralıkla birileri aynı katta çalışan insanları arıyor. O iki kişi de sigaraya gitmiş olabiliyor, yemeğe, çaya, kahveye, çişe... Sinir bozucu bir ritme dönüşüyor iki saniye arayla tuşlanmış telefonların senkronize ötüşü... Sahibi gelmedikçe uzuyor dıdıdıdıt'lar. İki ayrı şehirde, semtte, mahallede iki ayrı insan, bir cuma akşamüstü birlikte sinir gerici bir müzik yaptıklarını hiç bilmiyorlar.
Aynı günde üç tane kadının, onları çok ama çok seven erkekler tarafından öldürüldüğünü yazıyor gazeteler. Gazetelere giremeyen 'sevgi' cinayetleri de var daha, uzakta bir yerlerde çalan ve açılmayan telefonlar var. Çok seviyorlar, fazla seviyorlar, öldüresiye seviyorlar.
Tüylerinin Ahu Tuğba'nın saçları gibi fışkırmasından ismini kapan Ahu'nun hamile olduğunu öğreniyorum sonra. Penguenler kadar fotojenik kedi... Aklım Heybeliada'da çam dibi bir mezara gidiyor. Sonra pek yazamıyorum. Ama öyle bir hal oluyor ki, hepsinin arasında bir tüy bağ sanki, sanki her şey her şeyle ilgili...

Cumartesi, Şubat 27, 2010

Nadide'yle Muhterem

Güneşi görünce masaları dışarı atmışlar hemen. Kapıda Beşiktaş Öğretmenevi yazıyor, ama öğretmen olmayan da girebiliyor. Sadece çaya, kahveye öğretmen olanlara göre 50 kuruş, 75 kuruş falan daha fazla veriliyor. Sütlaçta fark daha fazla ama. Hepsinde böyle midir sistem?

Kitaba dalmışım, sırtımı döndüğüm masadan yükselen şu cümleyle gerçek dünyaya kondum: "Mesela ben senin evinde nasıl sıkılıyorum, nasıl sıkılıyorum..."
Bu nasıl-nasıl vurgusunu o kadar şahane yaptı ki 70'e yakın yaşlardaki teyze. Üçünün de başları "geleneksel" model bağlı, çay içiyorlar. Muhtemelen nasıl sıkılan ama nasıl sıkılan teyzeydi arada bir de sigara yakan. Sırtım dönüktü o esnada.

"Bak yanlış anlama senin evin hepimizinkinden büyük, ben hiç öylesinde oturmadım. Ama sana geldiğimizde çay doldurmaya mutfağa gidiyorsun ya, ben başlıyorum kendimi yemeye... Bak aslında şu büfeyi alıp şuraya koysam, şu eski dolabı atsam, bardakları şöyle dizsem... Vallahi engel olamıyorum kendime. Yanlış anlamadın değil mi?"

Bu dediği nasıl doğru anlaşılır?
Karşısında sesi çıkamayan, evi masaya yatırılan kadının adı Muhterem. Bizimkinin Nadide. Nadide, nasıl yılmış yarım asırdır aynı evlerde oturmaktan; muhit, kat değiştirseler de aynı adamla, birbirine benzer evlere, aslında hep aynı eve uyanmaktan.
Daha çatallıydı belki gençken dili, o zaman daha hâlâ başka türlü bir hayat mümkün olabilir gibi geliyordu belki. 36'sında, 17 yıllık evliyken, 15 yaşında bir kızı ve 10 yaşında bir oğlu varken, o zaman bir umut vardı.
Sonra birden kızı geldi 40 küsura, oğlu 40, metrekare aynı.
Nadide'nin hayal gücü 65'inde, artık Muhterem'in misafir odasına yetiyor. 110 metrekarelik evi, bardakları bir boy dizilmemiş büfesi ve böyle kıymet bilmezliğiyle Muhterem'e yetiyor dili. Nadide bir Muhterem olsa yetecek. O yüzden bir çıktı mı odadan Muhterem, eski kristal çanaklardaki geçen Kurban'dan kalma çikolataları çöpe döküyor, likör bardaklarını sıralıyor, Muhterem'in torunlarının vesikalıklarını çekmeceye kaldırıyor.
Muhterem susuyor.
Nadide bir sigara yakabildiyse, "Senin evinde nasıl sıkılıyorum, nasıl sıkılıyorum" diye lafa girebildiyse, bir Muhterem olma umudu duruyor içinde.

(Resmin adı "Old Woman at the Mirror", Bernardo Strozzi)

Pazartesi, Şubat 01, 2010

İlk 20, sonraki 40

Evlendirme programlarının birinde bir adam, yaşlı bir adam... 64 yaşında oğlu var mesela; öyle... Yaşlı da ne zayıf, ne haybeci bir sıfat.
Mikrofonu titreyerek tutuyor ama reklam öncesi orkestra coşmalarında oynar gibi, göbek atar gibi, adım atmaya bir hafta kalmış çocuğun teytey yürüyüşü gibi birtakım kültür fizik hareketleri yapıyor. İş bitmemiş havalarında, başka çaresi yok.
Diyor ki adam evliliği sorulduğunda: "İlk 20 sene iyiydi de, sonraki 40 sene fena..." Boşanalı da 20-30 sene olmuş. Rakam yuvarlama hakkı kendisindedir.
Bu zaman birimlerini duyunca ben fena oldum asıl. O fena geçen sonraki 40'ın telaffuzu ibrelerimi şaşırttı.

2010 yılında 7,5 yaşında olan bir kız çocuğunun odasındayım. Barbie gardırobu, Bratz kızları, yine öyle koca kafalı bir seri daha... Dolabının üzerinde bir yaşında çocuğunki büyüklüğünde bir oyuncak kafa gördüm, upuzun, gür sarı saçlı; omuz başları var, ama kol yok, bir buluntu antik heykeli gibi... "Bu ne?" dedim, hiç anlamadım çünkü. "Saç tasarım büstü" dedi. Böyle bir üretim yapılmış kuaförcülük oynamaya bayılan kız çocukları için. 95 lira. Bir de oyuncak yazar kasası var mesela hiç anlamadığım. Bayağı düğmeye basılınca para çekmecesi açılıyor, kendi paraları var, barkod okuma aleti var ucu kızıl ötesi ışınlı... Barbielerine kokteyl elbiselerini giydirip, etollerini omuzlarına atıp sonra kasiyerlik oynuyor.
Bu sene Hello Kitty çantaları modaymış, çekçekli çantalar bitmiş.

Bizim saplı kösele çantayla gittiğimiz, koridorlarına talaş serpilmiş, kantin değil de 'kooperatif'te 4.-5. sınıf öğrencilerinin sırayla teneffüslerde açma sattığı, o kızla aynı yaşta olduğum sene 1982'ydi. İlk 10 sene fenaydı, ondan sonraki 20 daha da fena...
O anlattığım adam gibiler, nasıl katlanıyor bir çocuk gördüğünde kendi o yaşta oluduğu yılları hatırlamaya. İki resim arasındaki yedi benzerliği bile bulamamaya...

Perşembe, Ocak 21, 2010

To lose or not to lose

"LOSER mısınız? Hayat sizi neden yoruyor?"
diye soruyordu inbox'a teklifsiz düşen bir mesajın mevzu kısmı.
LOSER özellikle büyük, meramın çekirdeği bu olmalı. To lose or not to lose.

Gelecek Planlama Merkezi diye bir yer var. Demek başvuruyoruz, bilabedel olmamak kaydıyla tabii, geleceğimizi planlıyorlar.
"Kişisel gelecek, bireyin, sadece o bireyi ilgilendiren potansiyel geleceğine dair arayışlarıdır"
diye bir girizgah. Kişisel gelecek ve toplumsal gelecek ayrımı mevcut. Haklılar. Peki toplu olarak, toplum olarak başvursak size, topluca planlar mısınız geleceğimizi? Grup indirimi olur mu?

"Çalışmada, bireyi, ailesini, iş ve sosyal çevresini ilgilendiren gelecekle ilgili detaylar konusunda farkındalık geliştirilir. Daha doğrusu bilinenler derlenip, toparlanır."Farkındalık geliştirmek denen nane metrik birime gelmediği için, tam olarak ne kastedildiğini hiçbir zeminde anlamak mümkün değil. Biz bunu kendi Türkçemize 'ne halt olduğunu anlamak' diye çevirebiliriz. Büyük iddia! Ki onlar da bu iddanın büyüklüğü altında ezilmemek için ikinci cümlede toparlıyorlar: "Daha doğrusu bilinenler derlenip, toparlanır." Kimin bildikleri derleniyor? Daha farkındalık bile geliştirmemiş bireyin bildiğine güvenerek mi planlıyorsunuz?

"Aslında yaşamımızı kurgulamak için kullanabileceğimiz pek çok bilgiye sahibiz.
Sorun, bunları etkin ve kaliteli kullanamıyor olmamızdadır."

'Sahibiz' derken siz zaten mi sahipsiniz, beni mi kastediyorsunuz? Kalite tabii, çağımızın vebası kalitesizlik...
"Hayatımızı ve bileşenlerini nasıl düzenleyeceğimizi, önceliklendireceğimizi bilemememizdedir."
Hayat nedir, bileşeni nedir? Yan hayatlar mı? Paralel evren? Önceliklendirmek fiilinin inceliklendirilmesi de lütfen kayıtlara geçsin.

"Bu çalışmada; kişisel geleceğin de tıpkı işimiz, seyahatlerimiz, projelerimiz gibi planlanabilir, yönetilebilir olduğu fark edip, nasıl yapılacağı öğreniliyor."
İşimizi, seyahatlerimizi ve projelerimizi yönetiyor muyuz? Biz kimin patronuyuz? İçimizde bir patron, bir de işçi mi var? Sendikalı mıyız?
"Kimler katılmalıdır? Kendisine, hayatına çeki düzen vermek isteyen bireyler. Çocuklarının ve/veya yakınlarının geleceklerinde rol oynayan, sorumluluk alan anne-babalar, akrabalar, arkadaşlar, eşler, yakınlar..."
3 saatlik seminer 50 TL artı KDV.

Hayat beni neden yoruyor? LOSER mıyım?

Cuma, Ocak 01, 2010

Uzatma kablosu

Belediyenin bir hizmeti, kablolu televizyonun bir kanalında, şehrin farklı yerlerine konmuş trafik kameraları online. Maksat, şehirde trafik hangi dozaj çıldırtıcılıkta akmakta, elzem gören baksın. Üç beş ay önce kameralar değişti, köşede mevkinin adı zor okunur oldu, ama kamera sayısı arttı.
Arabam yok, yola çıkarken "Acaba köprü tıkalı mı?" temkini de bana uzak. Zaten bu kameralara takılmam, bedenen daha sabit anlarımda oluyor. Fondaki radyo yayını da sonradan ekleme; kısıyorum sesi. Bütün gün evden çıkmayı planlamayan birinin yatağa uzanarak o kameralara bakışındaki saçmalık, lüzumsuzluk, ne derseniz eyvallahımdır. Ama bazen gerçekten takılıyorum.
Hayatta GoogleEarth diye bir şey varken ve bu mecradan dünyayı gezen seyyah modeli türemişken, bu ilkel hazzı ben de anlamak istiyorum.
Bir, dışarıda neler oluyor hissi... Otobüste karşı koltukta oturan bir adamın önden çizgili ütülenmiş pantolonundan ve elindeki Şen Kardeşler Konfeksiyon yazılı poşetten ve elinin o poşetin sapında tuttuğu ritimden bir yerlere gider gibi, birer leke olarak görünen ve var olduklarından emin olduğum otomobillere/ onların içindeki insanlara dair bir hikaye giriş cümlesi kurması belki. Dışarıda insanların olduğuna dair bir kanıt...
Bir de güzeller... Akşam vakitleri Saraçhane'yi kameradan gördüm mü gidesim geliyor o an mesela. Yağmur yağdığında aramakla bulunmayacak efektler... Çeken bilir, ama sıkışık trafikte kırmızı fren lambalarının milimetrik kayışı Lynch etkisinde.
Arada bazı kameralar kayıyor rüzgârdan, yolun dışını gösteriyor; deneysel fotoğraf kareleri... Çok seviyorum oları. Bir de boynunu eğen kameralar var. Bir viyadükün bacaklarında kalıyorlar öyle. Şanslıysanız kameranın tekrar ayağa kalkış sahnesi de online.
Bilmiyorum, derdim ne.