Cumartesi, Şubat 27, 2010

Nadide'yle Muhterem

Güneşi görünce masaları dışarı atmışlar hemen. Kapıda Beşiktaş Öğretmenevi yazıyor, ama öğretmen olmayan da girebiliyor. Sadece çaya, kahveye öğretmen olanlara göre 50 kuruş, 75 kuruş falan daha fazla veriliyor. Sütlaçta fark daha fazla ama. Hepsinde böyle midir sistem?

Kitaba dalmışım, sırtımı döndüğüm masadan yükselen şu cümleyle gerçek dünyaya kondum: "Mesela ben senin evinde nasıl sıkılıyorum, nasıl sıkılıyorum..."
Bu nasıl-nasıl vurgusunu o kadar şahane yaptı ki 70'e yakın yaşlardaki teyze. Üçünün de başları "geleneksel" model bağlı, çay içiyorlar. Muhtemelen nasıl sıkılan ama nasıl sıkılan teyzeydi arada bir de sigara yakan. Sırtım dönüktü o esnada.

"Bak yanlış anlama senin evin hepimizinkinden büyük, ben hiç öylesinde oturmadım. Ama sana geldiğimizde çay doldurmaya mutfağa gidiyorsun ya, ben başlıyorum kendimi yemeye... Bak aslında şu büfeyi alıp şuraya koysam, şu eski dolabı atsam, bardakları şöyle dizsem... Vallahi engel olamıyorum kendime. Yanlış anlamadın değil mi?"

Bu dediği nasıl doğru anlaşılır?
Karşısında sesi çıkamayan, evi masaya yatırılan kadının adı Muhterem. Bizimkinin Nadide. Nadide, nasıl yılmış yarım asırdır aynı evlerde oturmaktan; muhit, kat değiştirseler de aynı adamla, birbirine benzer evlere, aslında hep aynı eve uyanmaktan.
Daha çatallıydı belki gençken dili, o zaman daha hâlâ başka türlü bir hayat mümkün olabilir gibi geliyordu belki. 36'sında, 17 yıllık evliyken, 15 yaşında bir kızı ve 10 yaşında bir oğlu varken, o zaman bir umut vardı.
Sonra birden kızı geldi 40 küsura, oğlu 40, metrekare aynı.
Nadide'nin hayal gücü 65'inde, artık Muhterem'in misafir odasına yetiyor. 110 metrekarelik evi, bardakları bir boy dizilmemiş büfesi ve böyle kıymet bilmezliğiyle Muhterem'e yetiyor dili. Nadide bir Muhterem olsa yetecek. O yüzden bir çıktı mı odadan Muhterem, eski kristal çanaklardaki geçen Kurban'dan kalma çikolataları çöpe döküyor, likör bardaklarını sıralıyor, Muhterem'in torunlarının vesikalıklarını çekmeceye kaldırıyor.
Muhterem susuyor.
Nadide bir sigara yakabildiyse, "Senin evinde nasıl sıkılıyorum, nasıl sıkılıyorum" diye lafa girebildiyse, bir Muhterem olma umudu duruyor içinde.

(Resmin adı "Old Woman at the Mirror", Bernardo Strozzi)

2 yorum:

contranaturama dedi ki...

Stresten demiş M. le docteur, "Bakın göz kapaklarınız kabara kabara kızarmaya başlamış. Dermatitis eczema; kısaca egzama dersek, anlarsınız. Kızarıklık dininceye kadar kaşıntı normaldir. Endişe etmeyin. Hem sık rastladığımız, hem de tedavisi gayet kolay bir hastalıktır. Reçetenizi yazıyorum. Son günlerde çevrenize karşı çok mu duyarlısınız? Lütfen hiç bir şeyi kafanıza takmayın. Böylece tedaviden daha kolay sonuç alabiliriz." Mme, "tamam" dedi. Sonra susup, reçeteyi çantasından çıkardığı cüzdanına sıkıştırdı. Günün geri kalanında "nasılsın
?" diye soranları muhabbetsiz bırakıp, nefesini "iyiyim, iyi"lere kapatırken, sessiz üç noktalar hıçkırdı.

-----------------------------------

"Bizim her şeye maydanoz olan bir annemiz var; bazen fazlaca maydanoz. Bu; biz özerkliğe doğru yolumuzu tırmalar, tekmeleyip, çığlık atıp bağırarak içinde büyüyebileceğimiz bir alan yaratmaya çalışırız, demek. Hâşâ, beceremediğimiz şeyleri de, onun halletmesine izin veririz.

Ben annemin fazlasıyla ahlâkçı biri olduğunu düşünüyorum. Kötü bir anlamda değil. Sadece, büyürken hiçbirimizin yapmadığı bazı şeyler vardı. Yalan söylemek, alay etmek, bir şeyler yürütmek, yani insanlara karşı kaba olmak gibi şeyler. Bazen, bizi kiliseye götürseydi daha sağlıklı ve iyi çocuklar olup olamayacağımızı merak ederdi. Belki bu da, bizi korkutmak için kullandığı taktiklerinden biriydi yalnızca.

Ben hamile bir kadın tanıyorum. Bu kadın, bebek kendi cinsel kimliğini kendisi belirleyene kadar mevzua karışmayacakmış. Bence, durumda hafiften bir çatlıklık var ya, neyse. Annemin de, benim manevi dünyama dair benzer bir tutumu vardı. Bunu benim kendi adıma, kendi kendime tanımlamam yönünde kararlıydı.

Ben yıllarca dolapların ve çekmecelerin içinde yapmış olduğum keşiflere dayanarak ailemin tarihçesini yazabilirim. Bitmemiş bebek albümleri. İçinde yaşayıp taşındığımız evlerden gelme çifter çifter keklik otu kapları. Taşınırken baharatları hep yanıma aldım. Böğürtlen suları, istiridye yahnileri ve erimiş mumların hakkından gelen paspaslar.

Annemin çekmecelerini karıştırdığımda epey dertleniyorum. Takılarını soktuğu düzen bana çok dokunuyor. Biliyorum ki küpeleriyle işi bittiği zaman onları küçük kutularına geri koyar. Onun, aynanın önünde koca sütyeni ve külodunun üzerinde gerilmiş naylon çorabıyla ayakta duran hali beni çok üzüyor: Ruj süren, pembe pudrasını yanak kemiklerine yediren, tutana kadar da gözeneklerini pudrayla dolduran o hali... Ya, benim annem yaşlanıyor ve makyaj yapıyor; bileklerindeki gevşemiş derilerin üzerine bilezikler kaydırıyor.

Bazen annem orada yukarıda,ufuk çizgisinde, yukarı aşağı sallanır. Macy’s mağazasının panayır balonları gibi. Bazen annem o kadar büyüktür ki, her şeyin üstünden görünür."

"My Name is Rachel Corrie"den yayınlanmamış çeviridir.

pinaritsa dedi ki...

İyi geldi, kötü geldi, iyi geldi.