Perşembe, Aralık 28, 2006

Foto Sel'den şipşak vesikalık


Geçen akşam eve girmeden önce, aidatı vermek için aynı zamanda ev sahibim olan üst kattaki apartman yöneticisine çıktım. Parayı uzatırken "Nasıl olmuş apartmanın ışıkları?" dedi, mükafattan emin bakışlarla. İki saniyelik sessizlik hızını düşürünce "Fotoselli artık. Düğmeye basmanıza gerek yok!"
Apartman kapısından girip de dördüncü kata kadar çıkarken ellerim iki yandaki ben aslında neredeydim? Sarı ampuller tepemde kırmızı halılar gibi açılıverirken, hiçbir şeyden şüphelenmemeyi nasıl becerdim?
şip: Düğmeye basmıyorum, ama evimin kapısını açarken dans etmem icap ediyor.
şak: Bir saatten sonra fotoselleşen iş yeri tuvaleti az önce üç saniyeliğine beni okumadı. Güzeldi.

Pazar, Aralık 24, 2006

Forget your ID or password?


On maddelik günün ilk işler listesine posta kutusuna bakmak da girer. Eskiden aile evinin ahşap posta kutusuna bakmak benim vazifemdi. Kilidi vardı, ama ne kadar çetrefilli bir mekanizma olduğunu anlayın, annemlerin gardrop anahtarı da uyardı. Bir iki haftalık evden uzaklaşmalarda, dönüşü heyecanlı kılan tek şey yolda düşünmeye başladığım posta kutusuydu. Lüzumlu lüzumsuz bir tomar şey çıkartmak, içinden bana gelenleri ayıklamak... Yazıştığım arkadaşlarım vardı, gelen bir iki dergi vardı, belki ailede posta potansiyeli en yüksek şahıstım. Altı yaşındayken en sevdiğim sevimsiz ayımı ve yastığımı alarak "Ben artık kendi evim olsun istiyorum, buradan sıkıldım" demiş biri olarak, kendi evim yolunda en çok kendi posta kutumu düşünerek heyecanlandım sanki. Filmlerde de görüyordum, eli kolu alışveriş paketleriyle dolu genç kadın, apartmana girdiğinde postadan bir tomar zarf alır, içeri girdiğinde kameranın ilk gösterdiği zarfların açılışıdır...
Kendi posta kutum olduğunda, posta işleri başka bir şeye dönüşmüştü. Hiç elimde bir tomar zarfla girip, kameraya çaktırmadan bir bakış atarak açmadım onları. Daha çok fatura, ekstre, bir de ilanlar... Nadir hale geldi beyaz oyal bir zarfı açışım, gerçek pul seyrek görüyorum. Sabahları kontrol ettiğim posta kutusunun başka bir anahtarı var; gardroba uyması imkânsız. Seviyorum yine de posta kutumu açmayı...
Bir de çöp postalar var. Kilo vermek isteyene, penis büyütmek isteyene, lise arkadaşlarını bulmak ya da on dakikada on milyon dolar kazanmak isteyene faydalılar belki. Bunları yollayanlar çöp ürettiklerinin o kadar farkında ki, sadece görmeyle silme arasındaki süreyi uzatabilmek için bazen başka tarihlerden atıyorlar maillerini. 2001 tarihli bir saç ektirme duyurusu, sayfalar öncesinde bir yere giriyor, onu bulurken uğraşmanızı ve hassstir diyerek bile olsa onlarla ilgilenmenizi istiyorlar. 1967 yılından gelen bir mail hatırlıyorum. 1967'de hiçbir tür posta kutum yoktu benim. Kaldı ki 2001'de atılmış görüneni, 2001'de okusam saç mı ektirecektim?
The Fall'dan "I Can Hear The Grass Grow" eşliğinde demek isterim ki, hayatta her şey bir zamanlama, bir de ritim sorunu. Yukarısıyla bağlamak zor gibiyse, bunu 2001'de yazmışım sayın. Okumayla unutma arasındaki zamanı uzatma gayreti bir nevi...

Perşembe, Aralık 21, 2006

Önce göz vardı


Doktora dedim ki "Hiç marazlı değildir gözlerim, tamam bir aparat kullanmadan bir karıştır netlik sınırım, ama severim onu da. Görmek için bir karış yaklaşmam gerekir." Dedim ki doktora "Bir şey oldu, ışık yetmeyince kıvranan auto focus gibi netlik ayarı yapamıyorum. Yapıyorum da zaman alıyor, yeni zamana yeni netlik gerekiyor."
Çenemi ve alnımı dayayıp renkli ışıklara baktım, uzakta bir ev vardı, bir makina gözlerime plup diye hava verdi. Ne kadar acayip aygıtlar üretirlerse üretsinler, harf okuma işi hâlâ sürüyor. Bir R'yi görmenin yüz hali var. İstediği R'yi okumam mı? Damla seansı sonra; iki posta...
Doktor dedi ki, "Burada her şey normal. Sorun gözünüzde değil. Ama başka yerde de değil."
Doktora dedim ki, "Ama benim bir odaklanma sorunum hakikaten var."
Doktor dedi ki, "Yok."
Damlattıkları ilaç yüzünden gözlerimin siyahı olmuş göz kadar, çıktım... "Bir süre yakını göremeyeceksiniz" demişti doktor. O bir süre aparatsız su altında geçti, geçiyor. Yaklaştığımda görebiliyordum, şimdi yakın da uzak.
Az önce haberlerde kışın güneş görmedikleri için karşılarındaki bir Alp yamacına ayna dikilen İtalyan köylülerini gördüm. Gece daha çok Morphine'le geçiyordu, şu ana "So Many Ways" focuslandı.
R'leri okusam n'olur, okumasam ne! Bizim de gördüğümüz bir şeyler var...

Salı, Aralık 19, 2006

Tazallümât

Eğer kafam gerçekten büyümüyorsa, gerçekten kafamın içindekileri duymuyorsam, küçük dil cenahında yirmi santimlik bir dikiş ipliği dans ettirilmiyorsa, şifayı kaptım demektir. Hangisinin gerçek olmasını tercih eder ki insan?
Aspirinli, parasetamol soslu bir uykuya dalmazdan evvel son sözlerim bunlardır:
- İş yeri yemekhanelerinde mantı yenmez; mideye oturuyor.
- Palinka güzel grupmuş. Şark şansonu; Fransızca Balkan havaları...(albüm kapaklarında turuncu vosvos minübüs var)
- Sonra okurum denen gazeteler bir daha okunmuyor.
- Üzerlerinize gittiğinizde tavşanlar zik zak çizerek kaçmaya çalışıyor; çok vakit kaybediyor.
- Daha önce hiç "tazallüm" diye bir kelime yazmamıştım; yazık olmuş.

Pazar, Aralık 17, 2006

x file + y file


Şimdi bana deseler ki, şu köşeye otur, sen söyle biz yazacağız; kalemle, klavyeyle, her neyle ise... Olmaz ki, çıkmaz. Kafam niye sesli olarak çalışamıyor? Sesli olarak çıkanın, sonradan yazılabilme ihtimali var ama. Galiba kafayla, elin aynı vücuda bağlı olması şart.
Bir kere cüzdanımı çaldırdığımda karakolda ifade vermiştim. Şöyledir, böyledir, diye anlatıyorum... Sonra imzalamam için metni bana bir verdiler, tamam adam belli kalıplara göre şekil vermiş, ama çok gereksiz, hiçbir işe yaramayacak da üç beş detay eklemişti. Güya sakladım o kağıdı, ama sakladığım başka bir sürü "cisim"le birlikte kayıp. İfadeyi kağıda geçiren polisin yazdığı hikâye var mı diye merak etmiştim, ama kendisi bir hikâye konusu olabilir, o ayrı.
Uşak'ta Narlı diye bir köy var. 5-6 sene önce Fevzi Can isimli köylünün, bir uzaylı gördüğünü söyleyip, nasıl taşladığını anlatışı haber olmuştu oraya buraya. Fevzi Bey gitmiş ifade vermiş, o da malum kalıplara uyacak şekilde kağıda dökülmüş. Bütün metinde "cisim" diye anlatılan uzaylının nasıl göründüğü, traktörün üzerine gelişi, taşlanışı, sonra "minare boyu" yükselişi; sürükleyici bir metindi. Fakat yazıcı memur işinin ehli de olsa, sözün yetişmediği haller var. Fevzi Can'ın anlattıklarına göre, bir de "robot resim" eklenmişti.
Şimdi oldu.

Cuma, Aralık 15, 2006

Arıza kaydı


Sabaha karşı herhangi bir nedenden uyanınca, sonradan gördüğünüz rüyada netlik problemi olmuyor. Eve hırsız girdiğini gördüm, ama bütün pencereleri demirli olan eve, benim şimdiye kadar bilmediğim bir pencereden girmiş, alışılagelen hırsızlık ganimetiyle birlikte bilgisayarımın harddiskini alıp da gitmiş hırsız. Kötü uyandım; neyi kaybettiğimi bilmiyorum rüyada -benim ayıkken bilmediğim.
Krem peynirli bir tost yedim, bilgisayarı açtım; kayıp yoktu. Fakat benim adım soyadımla, biri bana içinden "siz" geçen cümleler kurarak bir mail atmıştı. Bir arkadaşım mail adresimi yanlış alınca, ad soyad yöntemini denemiş ve hayatta benim adım soyadımdan biri daha varmış. Ve ne tesadüf, o ikinci ben, bana ulaşacağı yolu biliyormuş.
İş yerine gereken malzemeleri tamamlıyorum. Sağlık raporu lazımmış, bir de akciğer mikro-filmi. Beşiktaş Veremle Savaş'ın mikro-film edevatı kullanım dışı, ama rapor mümkün. Doktor bana "Herhangi bir arızanız var mı?" diye soruyor, ben ayaktayım, "Yok" diyorum tabii ki.
Sabıka kaydı almam gerekiyor, Şişli Adliyesi'ne koşturuyorum. Nüfus kağıdında 18 yaşımdaki ben... Başka bakıyor tabii. Adam "Bu siz misiniz?" diye soruyor. Ya ben olmasam?

Salı, Aralık 12, 2006

Uykudan önce


Kuzenimle aynı odada uyuduğumuzda, 'uyumadan önce son işareti kim verecek' oyunu oynuyorduk. Uykuya en yakın halde, anlamsız da olsa bir kelime söyleyeceksin. Uykuya geçiş salisesini yakalamak istiyordum; ama ertesi gün bile hatırlamadığımız kelimeler, uykuyu geciktiriyor, yine de hatırlamadığımız bir yerde çözülüyorduk.
Uyku ile uyanıklık arasında bir aralık var, nasıl severim orada oyalanmayı... Müzikli, insanlı, uyanıklığın benim dışımda sürdüğü odalarda gözümü kapamayı, defter kabıyla, defter kapağı arasındaki o yerde bir süre durmayı seviyorum. Bundan bir önce ne düşünmüştüm, diye geri sarıyorum / eski oturduğum evlerden, kaldığım otel odalarından, uyuduğum yabancı evlerinden, sevdiğim sokaklardan ayrıntı hatırlamaya çalışıyorum / bildiğim yollardan boyum otuz santim olsaydı neler görerek geçerdim diye düşünüyorum / sevdiğim günlerin kafamda cover'ını yapıyorum. Olduğunda oluyor yani.
Bayılarak uyumayı, içime civa konmuş gibi uyanmayı sevmiyorum.
Bayılarak uyuyorum, içime civa konmuş gibi uyanıyorum.
Aslında sabahını kestirdiğim böyle bir gece, böyle şeyler yazmak değil, sunturlusundan küfür etmek istiyorum.
Bir pansiyondaydım. Alt katta üç kişilik bir aile yemek yiyordu. Adam karısına bağırmıştı: "Bu kavun kelek, niye aldık o zaman biz bunu!"
Neyle neyin arasındaysam, bilemedim şimdi ne dediğimi. Ama kavun kelek!

Pazartesi, Aralık 11, 2006

Haftalık rough plan


PAZARTESİ
Eski vesikalık fotoğraflar bulunacak, aralarındaki yedişer fark ayıklanacak. Gece gerekli masalara alevli meyve tabağı yollanacak.
SALI
Bahçedeki toprak havalandırılacak. Civardaki taksi durakları aranarak, A noktasından eve ve evden B noktasına kaç yazar, diye sorulacak. Gündüz açma ihtimali zorlanacak.
ÇARŞAMBA
Teki olmayan çoraplar atılacak. Okunmuş kitap aralarında kalan bilet/ fotoğraf/ mektup ne varsa toplanıp, bir kutuya konacak.
PERŞEMBE
"Adapazarı treninde banliyö biletleri geçersizdir. Ara istasyonlarda durmaz"ı hâlâ aynı kadın mı söylüyor kontrol edilecek. Gece eski karışık kasetler karıştırılacak.
CUMA
Saatler iki saat geri alınacak. Dört saat bir şey yapmadan durulacak.
CUMARTESİ
Eski gazetelerin bulmacaları çözülecek. Radyodan bir Norveç radyosu bulunacak, bayat ekmekler kızartılacak.
PAZAR
Beyaz fonlu vesikalık fotoğraf çektirilecek. Ekmek alınacak.

Cumartesi, Aralık 09, 2006

Yürek dürüm 2,5

Bunlar aklımdan geçerken kulağımda buna benzer şeyler vardı; başka bir şey de olabilirdi. (mp3 koymayı şimdilik beceremedim, ama burada fazlası var)
Önce kulaklık denilen gerecin ne kadar şahane, ne kadar kuvvetli bir icat olduğunu düşündüm. Yüzüme bakıyorsunuz, ama benim ne duyduğumu bilmiyorsunuz; benim sizi nasıl gördüğümü...
Bazen soundtrack gelip kendi filmini buluyor. Bulduğu gibi bırakmıyor, filmi değiştiriyor. Bir minibüs dolusu insanla, ama onlardan uzakta, girdiğiniz çukurlar bedenleri başka bir tür kavisliyor, yol kenarındaki lambaların sarısı başka bir tür yayılıyor. Otobanların yaya giremez yerlerine, nasıl bir çabayla yazılmış "seni seviyorum leyla"lar çarpıyor göze. Otoban kenarındaki 45 derece eğimli çimene çömelmiş sigara içen adamlar, denizden çok uzakta otoban lambalarına tünemiş martılar; bunlar var.
Yolda yürürken diyelim, ne güzel, ne gizli bir gülümseme adımların kulağından gelene uyması, insanın ellerini ceplerine sokuşundaki "ben başka bir yerdeyim hah ha" havası...
Bir ara sokak ocakbaşısında "Yürek dürüm 2,5 YTL" yazısı gördüm. Bir kısa filmi orada bitirdim.

Çarşamba, Aralık 06, 2006

Neyin yolu bir mi?


Uzun süre MSN'e hiç girmemiştim. Böyle fasılalı girişlerde kaderimintekgulu@hotmail.com, askdediginneki@hotmail.com nevinden adreslerden ahbablık teklifleri yığılıyor birden ekrana. Hepsine no demek bir mesai... Kaç senelik liste, eski arkadaşlar, iş vasıtasıyla birkaç kez yazıştığım insanlar... Uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımı online gördüm. Şimdi bir gazetenin gece editörü... Selamlaşmamızla "Fiji'de darbe oldu, benim gitmem lazım" demesi bir oldu. Bir iki lafa tutmaya kalktım, bana "cipskolakilit" dedi. Bu lafı duymayalı ayrıca yüzyıl olmuş, ama çok ikna edici geldi, sustum.
Bir de icq vardı, hâlâ vardır... Oradan kendime seçtiğim isim 'pasiflola'ydı. İki günde değiştirmek zorunda kalmıştım, çünkü "aktif" ve "pasif" olayı, şahsımı bambaşka bir mecraya taşımıştı. Icq'da tanışıp evlenenlerin bir haber değeri vardı o zamanlar, sudoku memlekete gelmemişti, sigaraların üzerinde "öldürür" yazmıyordu.
Aynı gece bir arkadaşımın yolladığı myspace sayfasına baktım; aşina olduğum bir space değil. Pek adetim sayılmaz, ama bir fotoğrafı pek dokunaklı geldi, yorum yazayım istedim. Myspace bana "You must be someone's friend to make comments about them" dedi ki, çok ağrıma gitti.
Sıkıntıdan kendime "Google'da sektirmeli arama" oyunu uydurmuştum. (Bkz. Kasım arşivi / Bir oyun oynuyorum) Başka örneği var mıydı bilmiyorum, bir grup müzisyen yaptıklarına "arama müziği" diyor. Bütün sözler internetten arka arkaya yapılan aramalardan... Dadaist metinler çıkmış haliyle ortaya. Bir daha bozuldum. Neyin yolu bir mi?

Pazartesi, Aralık 04, 2006

Göğsüne pencere aç!

İnsanın altı yaşındayken canı niye sıkılır? Ben evin içinde "canım sıkılıyor, canım sıkılıyor" diye mızmızlanarak dolanırdım. Bir keresinde dedem "Göğsüne pencere aç, geçer" demişti. Göğüse pencere açmak! Çok fantastik gelmişti, görüntüyü gözümde canlandırdığımı çok iyi hatırlıyorum.
Hulusi Kentmen'e benzerdi dedem; onun daha ufak tefeği ama... Dört kızla uğraşmaktan mı sertleşmişti, yoksa hep mi öyleydi bilmiyorum. Bir şeye tepesinin tası attı mı, hemen ayaklanır, "Topla bavulları İsmet Hanım, gidiyoruz" derdi. İsmet Hanım'ın hayatı bavul toplamakla geçmişti. Çok güzeldi anneannem, daha da güzelmiş eskiden. Dedemi de severdi, o öldükten sonra altı ay ya yaşadı ya yaşamadı, ama bir teyzemden duymuştum, asıl çok sevdiği başka biri varmış çook eskiden. Söylenirdi, ama dedem de çok severdi İsmet Hanım'ı. Anneanemin kanser olduğunu güya ondan saklamışız, güya o bilmiyor, bir sabah uyanmadı dedem. Küçük salonlarında ikisinin daimi koltukları vardı: dedeminki odaya, anneaneminki sokağa hakim... Tülü tam açmazdı, hafif aralayıp, sokağa bir üçgen açardı, ses etmeden saatlerce gelene geçene bakardı. Dedem çok güzel yemek yapardı. Anneannem bizi öpmezdi, koklardı.
Bir şey daha geldi aklıma dedemle ilgili... Ya 81'in, 82'nin 10 Kasım'ı; onların evindeyiz, televizyon açık... TRT'de bütün gün kesintisiz 10 Kasım özel... "Bu Atatürk'ü de çok abartmıyorlar mı?" demiştim, işte ya 6, ya 7 yaşındayım. Musa Bey bir parladı, İsmet Hanım kafasını sokaktan çevirdi. Sonra da annemi çekmiş bir köşeye "Sen nasıl çocuk yetiştiriyorsun!" diye. Dedem kendi babasını hiç görmemiş, o altı aylıkken gittiği Çanakkale Savaşı'ndan dönmemiş çünkü. Bacak kadar veletinki fena gaf yani...
İsmet Hanım'la, Musa Bey gideli neredeyse 20 sene olacak. Ben bu gece başka şeyler yazmak için oturmuştum, göğse pencere açma ihtiyacından belki...

Perşembe, Kasım 30, 2006

Macera beta max

Annem alışverişe yollardı, elimde liste, ne lazımsa işte, bir ekmek, iki yufka, bir kalıp beyaz peynir... Bir de dönüşte videocuya uğrardım, adam sorardı "Ne filmi?", "macera"; çünkü annem öyle demiş olurdu. Adam bir tane film verirdi raftan; yönetmeni kimmiş, kim oynuyormuş, olay Rusya'da mı geçiyormuş, bu tür detaylarla iki cenah da ilgilenmezdi. Ben macera filmini alıp eve gelirdim, adına bile bakılmazdı, akşam yemekten sonra izlenirdi. Bir ikinci ihtimal de "yerli"ydi; "romantik komedi" o zaman icat edilmiş miydi hatırlamıyorum. Edildiyse bile romantiğin sonu bir yere varabilir endişesiyle o janr çekirdek aileye pek girmezdi galiba. Çok macera filmi izledim, bir tekini bile hatırlamıyorum. O kadar çok macera filmi izledik, bizim küçük videocudakileri bile bitiremedik.
Bazen bir otobüste otuz sekiz kişi oluyor, hiçbiri diğer otuz yedisini tanımıyor. Hep birlikte sekiz durak gidiyoruz, inen oluyorsa da binen de oluyor, ama tek çıt çıkmıyor. Şoförle konuşmak zaten tehlikeli ve yasak. Ayakkabıların burunlarına, gecikmiş ense traşlarına boğuluyorum o zaman; şeytan tırnaklarına, o pantolona hiç olmayan o çoraba, naylon poşetlerin göstermediği kim bilir nelere, boşlukta bir yere bakarken fışkıran tiklere, bacak titretmelere... Balıksırtı kabanlardan bir gece önce kızartılmış palamutun kokusu sızıyor, portmantonun evin içindeki yerini görüyorum. Kendime engel olamıyorum, palamutların aliminyum maşayla bıraklıdığı melamin tabak, tuzluğun içindeki pirinçler, masanın altına sabahtan düşmüş zeytin çekirdeği... Nezaketsizce diktiğim gözlerimi, kırmızı "duracak" ile durduruyorum. Yoksa körüğü bile olmayan küçücük otobüsü bitiremiyorum.

Salı, Kasım 28, 2006

Arap Piet


Burada bazi cocuklar Noel Baba'yi degil Zwarte Piet'i seviyor. Sadece Hollandali cocuklarin bildigi bir sahsiyet; Noel Baba'nin yoldasi olarak geciyor, ama dupeduz Santa bizim Arap Piet'e taseron olarak hediye dagitimi yaptiriyor. Cocuklardan istekleri alan, alisveris merkezlerinde diz ustunde velet hoplatan o, ama bacadan inip de coraplara hediye birakan bizim Arap. Sokakta suratini siyaha boyamis bir metrelik yaratiklar goruyorsunuz bazen. Nereli oldugu belli degil, bilinen bir dilde konusmuyor Arap Piet. Fakat son yillarda siyaseten faul yapmamak maksadiyla, kuklasi, pastasi falan yapildiginda, cocuk yuvalarinda gercek kesit olarak efsane canlandirildiginda yuzunun gokkusagi renklerine boyandigi da oluyormus.
"Kiss and ride" nerenin onune dikilmis bir trafik levhasi olabilir? Kizarmis patatesle hayat gecer mi? Arap Piet'e kim hediye getirir?

Pazar, Kasım 26, 2006

Q kavalye

Hikayeye sonra geri donmesi daha kolay; q klavyeli habitatlarda yaya gecitleri daha fonksiyonel. Geldigim yer Yunan Umit Besen'inden "Pasaport" isimli calismayi uzo'yla suladigimiz bir ev. "Pasaportunda beni sevmedigin yaziyor" diyor Umitis; vize alamamis. Onun oncesi, Beyoglu ilcesi buyuklugunde bir Hollanda sehri. "Is seyahati" fiyakali geliyor kulaga; jazz muzigi gibi... Halbuki buradaki makam hepten hip hop. Yirmi kadar gazeteci hipten hoptan konusuyor; yeni punk mi, adi coktan hip pop mu? (Bir an soru isareti yok sandim yabancisi oldugum klavyelerde!)
Mesela Hollandali bir hip hopcu kilisede baslamis, konserde kabak dolmasi dagitan bir Sirp grup varmis. Polonya'da genclere dini bir metni rap yapin demisler; "Oo Mary, cok cool bir oglun var, limoya binmekte gozum yok, ama piyangoyu bana cikartsa ya" diye cover yapmis. Finlandiya'da hip hopcularin hepsi okumus cocuklar, Portekiz'de Ingilizce'den oz lisana yeni gecilmis.
Hikayeye sonra geri donmesi daha kolay. Geldigim gibi donmesini de bilirim. Simdilik "Roken is dodelijk".

Salı, Kasım 21, 2006

Beşşiktaşş

Beşiktaş'taki kartal heykelinin (balık pazarına yakın olan) önünde (kartalın ensesinde) bir arkadaşımı bekliyordum. Karşıdan gelen 18-20'lik bir genç yanımdan geçerken, laf atma tonlamasıyla "Beşiktaş" dedi! Sadece ş'leri çift vurulmuş, erotik bir etki bırakmaya yeltenen bir sesle "Beşşiktaşş"... Maç yüzünden Kazan da doluydu.
O heykele çıkan sokaklardan birinde "Matrix Bayan Kuaförü" var.
O heykele çıkan sokaklardan birinde girdiğim kuruyemişçide Karadeniz'in Sesi radyosu açık. "Alkolsüz eğlencede tek adresiniz, Gebze Kadırga" diyor, "sabaha kadar horon garantisi", "arkadaşlarınıza ve size yakışan eğlence" diyor. Para üstünü saymadım.
Yazın, o heykele çıkan sokaklardan birinde korsan cd'lere bakıyordum. Sağ bloğa el atmamla, adam "O taraf değil" dedi. Elimi attığım filmin adı "Piliç Çevirme"ydi. Prodüksiyon yaratıcı gibiydi halbuki.

Perşembe, Kasım 16, 2006

Çarşamba kadrajı

- "İstanbul'un trafiğini ne çözer biliyor musun?" diye lafa girip, iki köprüyü yıkmayı teklif eden taksi şoförü. "Asya'nın trafiği Asya'nın, Avrupa'nınki Avrupa'nın. Bu geçişler bizi mahvediyor" dedi üzerine.
- Zeytinburnu Belediyesi'nin dergisine kapak pozu veren Haşmet Babaoğlu.
- Ispanak çorbası.
- Gerçek bir Hafakan şişesi; şimdi bilgisayarın yanında...
- Bir duvar yazısı: KARAGÜMRÜK YANDI. (arabayla geçerken görür gibi oldum. Daha önce gördüklerim sayılırsa, alt sokakta YAŞASIN KÜBİZM var. Az daha aşağıda da ON NUMARA KÜBİSTİM BACIM.)
- Bir ara bir gol oldu.
- Yürüyen sis. Gereken malzemeler 1) gece, 2) çok sis, 3) sarı güçlü bir ışık.

Pazartesi, Kasım 13, 2006

Nasılsın? / Bir oyun oynuyorum!

Zuhal Gencer ile Osman Wöber’in oynadığı “Sekizinci Saat” diye bir film vardır; başyapıt... Yönetmenine şimdi baktım: Cemal Gözütok. Ayrıca senaryo da onunmuş. Film anlatılmaz, yaşanırsa da, bir diyalog paylaşılır:
Bir bardan çıkmak üzere olan Zuhal Gencer, bir ahbaba rastlar. “Nasılsın?” diye sorar tanış, Gencer de cevap verir: “Bir oyun oynuyorum.”
Ben de.
“Google’da sektirmeli arama” diyebiliriz. Baktım, masanın üzerinde bir tane Kanzuk pastil kutusu. Google’a “kanzuk” yazdım.
“Uyuyan güzel prenses resmi” ve “bayan siteleri porno videoları” hizmeti sunan bir siteye “kanzuk” kod adlı biri mesaj girmiş. Anlıyoruz ki sitede “ramazan bayramı mesajları” da var.
Google’a “ramazan bayramı mesajları” yazınca asıl derya çıkıyor ortaya. Ramazan ve Kurban bayramlarını geçelim, hizmette sınırın olmadığı yer burasıymış. Cep telefonundan yollamak üzere hazır mesajlar... Birer misal ile durumu anlatayım:
-Asker mesajları: MERHABA BEN BAHRIYELIYIM LIMAN LIMAN GEZERIM, AKLIMA ESER KIZ TAVLARIM AKLIMA ESER GEMI TEMIZLERIM.
-Özür mesajları: Sağa dönüyorum olmuyor? Sola dönüyorum olmuyor? Yok nafile uyku tutmuyor çünkü aklım sende ve bugünkü kavgamızda... Tüm kalbimle özür diliyorum. Seni seviyorum?
-Sitem mesajları: Bugün yeni bir meyhane keşfettim mezarlığın tam karşısında beni ararda bulamassan ya meyhanedeyim ya da tam karşısında.
-Günaydın mesajları: Günaydın; benim viran gönlümün sultanı, Günaydın; dost bağımın gonca gülü, Günaydın; Süreyya yıldızım, Günaydın: ay yüzlüm, Günaydın; canımın cananı, Günaydın….
-Yalnızlık mesajları: SU ANDA HICBIRSEY MUMKUN DEGIL. SU ANDA HERSEYDEN AYRI, HERSEYDEN UZAK VE HERSEYDEN MAHRUMUM BEN. SU ANDA SADECE YALNIZLIK VE KAHIR. (Bu mesajın kime atılacağını hiç bilmiyorum)
-Teklif mesajları: KOCAMAN ZEYTIN GOZLERI, YANAGINDA GAMZESI, MINICIK SEVGI DOLU ELLERI, BIR KIZIMIZ OLSAYDI KESKE DESEYDIM AYNI ANNESI!
Galiba dayanamıyorum.
Google’a “dayanamıyorum” yazdım. Ebru Gündeş’ten “Dayanamıyorum”un sözleri ve “Dayanamıyorum” başlıklı erotik bir itiraf çıktı. Google’a “Yarın erken kalkmam lazım” yazdım, bir forum sitesinin “Askeri teknoloji ile alakalı kitaplar” başlığında “Yarın erken kalkmam lazım, ama siz takip edin...” diye bir mesaj çıktı. Açamadım.

Cuma, Kasım 10, 2006

zincirli/ vantuzlu/ custom

Küvete yeni bir tıpa almak maksadıyla evden çıkmıştım. Elinde, göz kantarımla iki yüz gram civarı olduğunu hesapladığım beyaz peynir kalıbı, bir Hürriyet ve barbunya pilaki konserve kutusuyla bakkalın çırağı, dükkanın kapısının önündeki mukavva kutuları ayağıyla itiştiren bakkala “Şekip Bey Apartmanı’nda daire 2 yokmuş ki abi!” diye seslendi. Demek daire 2’si olmayan bazı apartmanlar ve yine de bu saatte kahvaltı edenler vardı hayatta.
Sarmaşıklı apartmana kadar yanımdan sadece eskici geçti. Laf olsun diye “Eski televizyon alıyor musunuz?” diye sordum. El arabası boş olduğundan siftah ihtimaliyle gözleri parlayarak markayı sordu. Nereden bileyim! “Plastik kasa mı, tahta mı peki?”. Bana hep plastik gibi gelmiştir, ama onu da bilemem. Eve gidip bakamam, işim var: küvete tıpa...
Nalburda, ellilerinde kekeme bir adam beş metre kafes teli sardırıyordu. Teli sağ kolunun altına sıkıştırınca yere bıraktığı siyah poşetteki soğanları unutuyordu; nalbur arkasından “abi!” diye seslendi. O seslenmese, benim bir şey yapmam gerekecekti, iyi oldu.
Tıpaların plastik zincirli, ucu vantuzlu olanları çıkmış bir de. “Abla bu diğerlerinden biraz pahalı ama...” dedi nalbur. Ama bakalım bütün küvet delikleri standart mı? Adam yemin billah etti, hepsi aynıymış. İçime bir kurt düştüğünden, “tam tıkamazsa geri getiririm” dedim. Küvet tıpası başka bir şey için de kullanılamaz ki!
Apartmana girdiğimde İSKİ’nin adamı faturaları kesiyordu. Yanından geçerken mecburen “iyi günler” dedim, duymadı. Sinirlendim. Eve girip hemen banyoya koştum. Küvet delikleri galiba gerçekten standartmış. O zaman, eski tıpa da standarttı. Plastik çeker mi, hiç anlamadım.

Pazar, Kasım 05, 2006

Red Kit'e telgraf!

Telgraf 1: Sabah uyandım, gözümü bile açmadan belki, "Bugün saatleri bir saat ileri mi alıyorduk, geri mi?" diye sordum kendime. Saatlerin ayarıyla oynamadım.
Telgraf 2: Dün kitap fuarında bir grup çocuk, kameralı bir televizyon muhabirinin önünü kesmiş bağırıyordu: "Abi bizi çeksene, 'Tüyap'ın çocukları' diye haber yaparsın, güzel olur!" Haber yapılmadı.
Telgraf 3: Teybi açıp da, gençliğini, nasıl klarnet çalmaya başladığını kaydettiğim biri, daha çok da onun karısı, Selamsız'daki evlerinden çıkarken, "Bizim hikâyemizi yazarak para kazanıyorsunuz, ya biz?" diye sormuştu. Bir iki laf geveledim; olmamıştı.
Telgraf 4: Bir konser mekânı, gençten kitle... Ara zamanı önümüzdeki gruptan bir oğlan "Pardon siz bir dizide oynadınız mı?" diye sordu, bir arkadaşı atladı "Oğlum dizide oynayan konsere gelir mi?" Ara uzun sürmedi. Az sonra aynı genç, birine "Abi pogo yapar mıydın?" diye davetkâr soracak; yapmayacak.
Telgraf 5: Uzayda 'dünya mutfağı' var mı? STOP

Cuma, Kasım 03, 2006

İşitmedim; işitmem de

Hangi güne denk geliyorsa, bir 'Dünya Sigarayı Bırakma Günü'... Kanallardan birinin gençten muhabir dişisi, halkın nabzını tutma merkezi olarak haritalara geçen İstiklal Caddesi'nde 'sokaktaki adam'ı konuşturuyor. Yanına yaklaştığı adamlardan birine "Bugünün özelliğini biliyor musunuz?" diye soruyor. "Bugünün özelliği gezmektir, tozmaktır, sigara içmektir" diyor adam net bir şekilde. Kadıncağızın şaşkınlığını ses tonundan anlıyoruz yüzünü göremediğimizden. "Hah işte! Bugün 'Dünya Sigarayı Bırakma Günü'. Bir sigara içmekle vücudunuza, Çernobil'le..." derken lafı kesiliyor. Adam "Böyle bir şey işitmedim, işitmem de" diyor, kamera sırtını dönüp gidişini de gösteriyor.
Böyle bir şey işitmedim, işitmem de. Ama şunu işittim dün. Yetmişlerinde bir amca, Beşiktaş Balık Pazarı'nda bir tezgâhın önünden geçerken, ama gerçekten geçerken, neredeyse hiç durmadan, balıkçının tekine seslendi: "Ayhan Abi sağ mı?" Palamutları nemlendiren balıkçı da hiç işine ara vermeden: "Sağ, abi".
Amca yürüdü sonra.
Gece öyle bir rüzgâr çıktı ki, bir beyaz poşet önümde sokak kedisi gibi zıplaya zıplaya, bir sokak boyu birlikte yürüdük, köşede ayrıldık. Evet, benim de aklıma o sahne geldi; 'American Beauty'den...
Daha hızlı yürüdüm sonra.

Pazar, Ekim 29, 2006

BEŞ'in 1'i

180 derecelik bir bakışa sığan 5 nane
ev (kalorifer yanmıyor), masa (fena)
- an itibarıyla The Dresden Dolls, "Sing"


1) Bir tane 90'lık kaset
Galiba başında Cemal Gönyeli vapurunun başmakinisti Sezai Abi var. "Bizim İstanbul halkı kalabalık olarak kapalı sisteme gelemez bence. Açık gemilerin modern sistemi olması lazım. İnsanları sıkamazsın. Adam sigarasını içecek, çayını içecek, açık havada kendini rüzgâra verecek, bunlar İstanbul'da klasiği gelmiş şeylerdir." demişti. Fotoğrafını çekerken çok utandı. Yok, bu kasetin başında Ceza var. Kadıköy'den Beşiktaş'a geçerken yakalamıştım başmakinisti. Makine dairesi çok sıcaktı, yerler mazottan kayıyordu, kendi sesimi bile duyamadım. Dar merdivenden tekrar yukarı çıkarken yine çok utandı Sezai Abi.
2) Kahve fincanı
Üzerinde 22. İstanbul Kitap Fuarı yazıyor; demek üç senelik alet. İçinden kaç ton kahve geçti?
3) Tanita Tikaram albüm kapağı
Şirketin adı "Naive", albümün adı "Sentimental". İnsan bu kadar mı hisli olur? Sesi merhem gibi, çağırıştırdıkları güzel...
4) Kahverengi kaplı defter
Bakıyorum benimle birlikte nerelere gitmiş? Ankara, Bodrum, Barcelona, Moskova, St Petersburg, Zeytinli, Taşucu. Son havaalanına gidişimden bir fotoğraf karesi: Sabah 6 suları. Koltukların dördünü kaplayacak şeklide gençten bir adam uzanmış uyuyor, kafasını bir tane tüylü oyuncak ayıya yaslamış, hatta sarılmış gibi neredeyse. Sevimli. Sonra başka bir adam geliyor yanına, "Kalksana lan, ağızını çalkala, niyet et. Ezan okunacak!" Yatay pozisyondaki adam yüzünü buruşturarak kalkıyor, elinde ayıyla birlikte yürüyor. Ayıdan bir etiket sallanıyor. Adam ayıyı karşıdaki hediyelik eşyalar satan dükkana bırakıyor. Yastık ödünç almış...
5) Sergent Garcia'ya bir bilet
Biletleri zor atıyorum. 5 Temmuz'muş. O gece Esma Sultan Yalısı'na girerken kapıdaki görevli "Yanınızda yiyecek, içecek bir şey var mı?" diye sordu, "Yok" dedim. Halbuki yarım bir kır pidesi vardı; patatesli. İşten geç çıkmıştım, açtım, indiğim yerde bir kır pidecisi gördüm; 1YTL. Nasıl da güzel ikiye ayrılmıştık o gece, tuvaletlilerle tuvaletsizler...
- an itibarıyla Lisa Ekdahl, "Now or Never"

Cuma, Ekim 27, 2006

Emniyet kemeri süsü

Bir saatten sonra dolmuşlara sadece sarhoşlar biniyor, sallanacakları yoksa bile, sarhoşlukları anlaşılmasın diye çevreyolunun selülitsiz yollarında yine de sallanıyorlar -çevreyoluna kadar arazi engebe... Giderken, daha dolmuşa binmemişken de bir sarhoş yol kesti, "Hayat seni kazanmış, sen de beni kazansan ne olur" dedi. Virgülün hangi kısmına kafayı taksan bir tek sek tekirdağ, duble yaş üzüm ya da...
Ta ne zaman ön koltuğuna kurulduğum bir dolmuşta, pek gece vakti, belli ki köprüden geçiş yirmi sekiz saniye sürecek, elimi emniyet kemerine attım. Çekiyorum kemer gelmiyor. Şoför bana bir sürpriz yapmış gibi, pürneşe döndü, "O gelmez" dedi. Emniyet kemeri süsü vermiş sadece, on santim kadar kemer parçasının ucunda demir dalgametre... Google'da bunu ne diye aramalı?
Bir satten sonra sokaklarda sadece dolmuşlardan inen sarhoşlar kalıyor, ayık şoförler nohut-pilava "suyundan bol koy" hayaliyle durağa gazlıyor.
Onca yoldan sonra duble çaykur çay çiçeği; tomurcuklu... Neyin emniyeti?

Perşembe, Ekim 26, 2006

Poşet Noir

Bir market miydi, neresiydi, çocuğun teki bağıra bağıra "Anne, babam beni niye İstanbul'a getirmedi?" dedi. Kadın utandı, çocuğun bağırmasından mı, bağırtının muhteviyatından mı? "Yavrum işte getirdi ya..." Kız çocuğu daha da bağırdı: "Hayır getirmedi!!!"
Olay İstanbul'da geçti, geçmişti, aklıma geldi şimdi. Bugün aklıma başka şeyler de geldi. Mutfağa çöp tenekesi alıyordum, bir kere Beşiktaş'taki nalet nalburdan kazma alışımı hatırladım mesela. Bahçedeki bir karış toprağı eşelerim diye kazma almıştım, adamın poşeti yokmuş, beni elimde kazmayla Beşiktaş çarşıya saldı. Vereceği poşet de siyah toksik olanlardan zaten, nalete kalsın daha iyi. Velhasıl, üzerimde çiçekli böcekli bir tişört, bir elimde kazma eve yürüdüm öyle. Bana bir şey olmadı.
"Hayır getirmedi!!!" yazarken "Too Drunk To Fuck" çalıyordu, ama Nouvelle Vague'dan, Camille krem... Özünde ne drunk, no fuck. Hah, "Tiger Lillies" çıktı; "Her Room". Münasiptir.
Bugün aklıma başka şeyler de geldi.

Salı, Ekim 24, 2006

Biberiye blues

Bezelyeli, biberli, biberiyeli kuskus. Yemek sonrası bir uludağ gazoz açmıştım kendime. Geçenlerde biri sordu uludağ gazoz hâlâ var mı diye, var... En azından bizim bakkalda. İşte radyo açıktı, hoparlörlerin tekinden öyle bir ses geldi ki, içerde biri var sandım, birinin varlığından çok, o sesi çıkarmak için ne yapması gerektiğini bulamamaktan korktum. O kadar da korkmadım, bir an meselesi... 'Architecture in Helsinki' çalmaya başladı, şarkıya bayılmadım. Hiçbir şeye bayılacak insanlık coşkusuna sahip değildim. Her şey böyle başladı; merak eden olursa diye...