Cuma, Eylül 26, 2008

Cansız yayın

Teorik olarak üç kişilik de olsa, dört kişiyi de alır o cüsseyle. Deri süsü verilmiş, siyaha yakın koyulukta bir kahverengi. Bir kanape; bir canlı.
Bu canlının manyetik bir gücü var. Ya da zaman içinde böyle büyümek, organlar geliştirmek kendi naturası. En çok gazeteler, tatil günü can çekmemiş bir yazı belki sonra okunur diye saklanmış haftasonu ekleri şeklinde uzuyor kolları. İçeri, kütüphaneye giderse unutulacağından, tez zamanda dokunuş planlanan kitaplardan fışkırıyor bir de. Kanepenin sırt yaslama kısmının duvarla birleştiği doğal rafta başlıyor. Önce daha az oturulan en sol yan, sonra en sağ... Kitaplar, kesik gazete sayfalarını da araya katarak birbiri üzerinde yükseliyor. Dergiler, çoklar... Hepsinin yayımlanma periyodları var ama okunma periyoduyla eşleştirmek ne zor. Oturma kısmının önce en sol, sonra en sağ kısmında üst üste birikmeye başlıyorlar. Boyları eşit olanları istiflemek sözde bir düzen sağlıyor. Bir süre sonra, alelacele çantadan çıkarılmış başka bir tanesiyle, üzerine belki bir de faturayla, bir CD kapıyla, boy boy defterlerle birleşerek ortaya doğru yayılıyorlar. Kanepenin kendisi çekiyor hepsini, manyetik bir gücü var. Ya da kim bilir nereden buluyor onları. Kanape bir süre sonra hakiki hizmetinden uzaklaşıyor, başka tür bir raf sistemi oluyor. Üzerine oturulmasın diye kendisi yapıyor belli ki bunu. Ya da naturası bu. Çünkü bir girişip kendi derisiyle tertemiz bırakıldığında, üç gün sonra başlıyor yine biriktirmeye, uzamaya, genleşmeye...
İçeride hakiki hizmeti bu olan raflar var. Raflar dolmuş, yeni kitaplar yere paralel vaziyette dik kitapların üzerine konmuş. Biri bir vesileyle yerinden çekilmiş, rafta yerini bulursa unutulur diye öne, vitrine çıkarılmış. Kitaplık da canlı, belki atom dizilişi el vermiyor düzene. Kesinlikle canlı.

Bilmediğim bir tarihe, rahat rahat, çok rahat okumak üzere ayrılmış kitaplar var. Hayatta okumayacaklarım da... Neden? Bir kuşun yuvasına dal, çalı çırpı toplaması gibi, yenilerini de getiriyorum eve. Rahat ama çok rahat zamanlarda okunmak üzere çok şahane kitaplarım, atmaya kıyamadığım dergilerim var.
O zaman ne zaman bilmiyorum. Beni bekliyorlar. Onların zaman sorunu yok. Bana bir şey anlatıyorlar. Geceleri aralarında konuşuyorlar, sabaha karşı sayfaları kalınlaşıyor, boyları büyüyor. Bu fabldaki en cansız benim; bana bir ders veriyorlar.

Cumartesi, Eylül 13, 2008

Beriki tarihler

Plaza tipi camlar içeriyi göstermiyor gündüzleri. Akşam olunca içeride açık unutulmuş tek bilgisayarın kedi yavrulu, saykodelik akışımlı ekran koruyucusu içerisini göstermeye yetiyor ama. Ben böyle mi görmüştüm, gündüz içerisini göstermeyen camlardan üzerinde "İleriki tarihler" yazan klasörü? Binanın muhasebe mi, idare mi, hangi işlevsel birimine ait olduğunu bilmediğim köşesinde çalışan birinin masasının yanında kendince kurduğu düzen... Bir klasöre "İleriki tarihler" adını verdiren zihin akışını anlamak istedim. Yüz gram şiirsellik ihtimalinin olmadığından eminim. Burada başka bir sistem, başka bir tür zaman algısı söz konusu. "İleriki tarihler"e dair işlerini mi diziyor oraya, ileriki tarih geldiğinde ne oluyor, ileriki ne demek?
İnternet öncesi "beriki" tarihler için lüzumlu bilgi için dün arşivden gelen bir dosyanın üzerinde de "Eski yıllar" yazıyordu! Bütün vazifesi "eski yıllar"ı tasnif etmek olan bir birimin bu başlığı atmasında başka bir zaruret olmalı. Onu düşünmek istiyor insan. Yılların ne zamandan sonra eski kabilinden anıldığını anlamak istiyor.
Geçenlerde bir taksi şoförü istikameti öğrendikten 10 saniye sonra "Abla herkes tozuttu" dedi. Durur muyum, kaşıdım. "Üç ay önce gördüğüm adam, bir laf ediyor, komple gitmiş beyin..." Vakalarla işimiz yok, sistemde anlaşıyoruz. "Zaten insan dediğinin beyni kuş kadar. Sıcaktan, ondan bundan, çabuk gidiyor..." Trafik açık...
Eski yıllarla ileriki tarihler arasında bunlar oluyor.

Pazartesi, Eylül 08, 2008

Şahane rakkamlar

Geçenlerde Hasbi'de balık yerken, sağ yanımdan biri yanaştı, kulağıma fısıldamaya yakın bir ses tonu, ama yılın haberini verir gibi bir heyecanla "Elimde çok şahane rakkamlar var" dedi. Döndüm, sayısalcı, kazı-kazancı, gençten bir oğlan. Gülmeye başladım, "Nasıl oluyor çok şahane rakkam?" dedim, elindeki desteden iki oynanmış sayısal çekerek, birinin C, diğerinin D kolonlarını gösterdi: "Bence bunlar çok şahane..."
"Tamam da," dedim, "neye göre şahane?"
"Bir kere, daha önce çıkma sıklıklarına göre" dedi...
Sadece o sağımdan yediğim "Elimde çok şahane rakkamlar var" cümlesi için ikisini de aldım, zaten 2 YTL'lik para üstünü teklifsiz iç etti.
Tahmin edersiniz, iki kağıt da, hele hele o şahane rakkamlar çok pis çöktü.
Bana hayatımda şans oyunlarından bir halt çıkmadı, piyangonun amortisi bile bin senede bir düşer. Zaten küçüklükten alışkanlıkla, önce son sayıya bakarım, en azından amorti varsa bilelim. Ondan sonra birer birer rakam arttırarak üst bölümlere geçmek, işi biraz kültür fiziğe, bir pazar bulmacasına dönüştürür. Çıkmayacağından o kadar eminimdir ki, ama o kadar eminimdir ki, beyhude bir faldır en fazla yaptığım.
Küçükken niye milli piyango biriktirdiğimi bilmiyorum, etrafımın çıkmamış milli piyangolarını biriktirdiğimde bir tomar edecek kadar talih kuşuna hasret insanlarla çevrili olduğunu sonradan farkediyorum. Resimlerine bakardım daha çok, belirli gün ve haftaları takip ederdim. Ünite defterlerime milli piyangodan kesilmiş resimler yapıştırdığımı biliyorum. Rakamları kestiğinizde o kadar acayip bir dekupe oluyor ki...
O kadar çok istiyorum ki bir çeşit piyangodan para çıksın, çok değil, günlük mesaiden yırtabileceğim kadar. Ama o kadar çok istiyorum ki, bunu bu kadar en fazla ben hissedebilirmişim gibi hissedecek kadar... O kadar şuursuzcasına...