Perşembe, Aralık 28, 2006

Foto Sel'den şipşak vesikalık


Geçen akşam eve girmeden önce, aidatı vermek için aynı zamanda ev sahibim olan üst kattaki apartman yöneticisine çıktım. Parayı uzatırken "Nasıl olmuş apartmanın ışıkları?" dedi, mükafattan emin bakışlarla. İki saniyelik sessizlik hızını düşürünce "Fotoselli artık. Düğmeye basmanıza gerek yok!"
Apartman kapısından girip de dördüncü kata kadar çıkarken ellerim iki yandaki ben aslında neredeydim? Sarı ampuller tepemde kırmızı halılar gibi açılıverirken, hiçbir şeyden şüphelenmemeyi nasıl becerdim?
şip: Düğmeye basmıyorum, ama evimin kapısını açarken dans etmem icap ediyor.
şak: Bir saatten sonra fotoselleşen iş yeri tuvaleti az önce üç saniyeliğine beni okumadı. Güzeldi.

Pazar, Aralık 24, 2006

Forget your ID or password?


On maddelik günün ilk işler listesine posta kutusuna bakmak da girer. Eskiden aile evinin ahşap posta kutusuna bakmak benim vazifemdi. Kilidi vardı, ama ne kadar çetrefilli bir mekanizma olduğunu anlayın, annemlerin gardrop anahtarı da uyardı. Bir iki haftalık evden uzaklaşmalarda, dönüşü heyecanlı kılan tek şey yolda düşünmeye başladığım posta kutusuydu. Lüzumlu lüzumsuz bir tomar şey çıkartmak, içinden bana gelenleri ayıklamak... Yazıştığım arkadaşlarım vardı, gelen bir iki dergi vardı, belki ailede posta potansiyeli en yüksek şahıstım. Altı yaşındayken en sevdiğim sevimsiz ayımı ve yastığımı alarak "Ben artık kendi evim olsun istiyorum, buradan sıkıldım" demiş biri olarak, kendi evim yolunda en çok kendi posta kutumu düşünerek heyecanlandım sanki. Filmlerde de görüyordum, eli kolu alışveriş paketleriyle dolu genç kadın, apartmana girdiğinde postadan bir tomar zarf alır, içeri girdiğinde kameranın ilk gösterdiği zarfların açılışıdır...
Kendi posta kutum olduğunda, posta işleri başka bir şeye dönüşmüştü. Hiç elimde bir tomar zarfla girip, kameraya çaktırmadan bir bakış atarak açmadım onları. Daha çok fatura, ekstre, bir de ilanlar... Nadir hale geldi beyaz oyal bir zarfı açışım, gerçek pul seyrek görüyorum. Sabahları kontrol ettiğim posta kutusunun başka bir anahtarı var; gardroba uyması imkânsız. Seviyorum yine de posta kutumu açmayı...
Bir de çöp postalar var. Kilo vermek isteyene, penis büyütmek isteyene, lise arkadaşlarını bulmak ya da on dakikada on milyon dolar kazanmak isteyene faydalılar belki. Bunları yollayanlar çöp ürettiklerinin o kadar farkında ki, sadece görmeyle silme arasındaki süreyi uzatabilmek için bazen başka tarihlerden atıyorlar maillerini. 2001 tarihli bir saç ektirme duyurusu, sayfalar öncesinde bir yere giriyor, onu bulurken uğraşmanızı ve hassstir diyerek bile olsa onlarla ilgilenmenizi istiyorlar. 1967 yılından gelen bir mail hatırlıyorum. 1967'de hiçbir tür posta kutum yoktu benim. Kaldı ki 2001'de atılmış görüneni, 2001'de okusam saç mı ektirecektim?
The Fall'dan "I Can Hear The Grass Grow" eşliğinde demek isterim ki, hayatta her şey bir zamanlama, bir de ritim sorunu. Yukarısıyla bağlamak zor gibiyse, bunu 2001'de yazmışım sayın. Okumayla unutma arasındaki zamanı uzatma gayreti bir nevi...

Perşembe, Aralık 21, 2006

Önce göz vardı


Doktora dedim ki "Hiç marazlı değildir gözlerim, tamam bir aparat kullanmadan bir karıştır netlik sınırım, ama severim onu da. Görmek için bir karış yaklaşmam gerekir." Dedim ki doktora "Bir şey oldu, ışık yetmeyince kıvranan auto focus gibi netlik ayarı yapamıyorum. Yapıyorum da zaman alıyor, yeni zamana yeni netlik gerekiyor."
Çenemi ve alnımı dayayıp renkli ışıklara baktım, uzakta bir ev vardı, bir makina gözlerime plup diye hava verdi. Ne kadar acayip aygıtlar üretirlerse üretsinler, harf okuma işi hâlâ sürüyor. Bir R'yi görmenin yüz hali var. İstediği R'yi okumam mı? Damla seansı sonra; iki posta...
Doktor dedi ki, "Burada her şey normal. Sorun gözünüzde değil. Ama başka yerde de değil."
Doktora dedim ki, "Ama benim bir odaklanma sorunum hakikaten var."
Doktor dedi ki, "Yok."
Damlattıkları ilaç yüzünden gözlerimin siyahı olmuş göz kadar, çıktım... "Bir süre yakını göremeyeceksiniz" demişti doktor. O bir süre aparatsız su altında geçti, geçiyor. Yaklaştığımda görebiliyordum, şimdi yakın da uzak.
Az önce haberlerde kışın güneş görmedikleri için karşılarındaki bir Alp yamacına ayna dikilen İtalyan köylülerini gördüm. Gece daha çok Morphine'le geçiyordu, şu ana "So Many Ways" focuslandı.
R'leri okusam n'olur, okumasam ne! Bizim de gördüğümüz bir şeyler var...

Salı, Aralık 19, 2006

Tazallümât

Eğer kafam gerçekten büyümüyorsa, gerçekten kafamın içindekileri duymuyorsam, küçük dil cenahında yirmi santimlik bir dikiş ipliği dans ettirilmiyorsa, şifayı kaptım demektir. Hangisinin gerçek olmasını tercih eder ki insan?
Aspirinli, parasetamol soslu bir uykuya dalmazdan evvel son sözlerim bunlardır:
- İş yeri yemekhanelerinde mantı yenmez; mideye oturuyor.
- Palinka güzel grupmuş. Şark şansonu; Fransızca Balkan havaları...(albüm kapaklarında turuncu vosvos minübüs var)
- Sonra okurum denen gazeteler bir daha okunmuyor.
- Üzerlerinize gittiğinizde tavşanlar zik zak çizerek kaçmaya çalışıyor; çok vakit kaybediyor.
- Daha önce hiç "tazallüm" diye bir kelime yazmamıştım; yazık olmuş.

Pazar, Aralık 17, 2006

x file + y file


Şimdi bana deseler ki, şu köşeye otur, sen söyle biz yazacağız; kalemle, klavyeyle, her neyle ise... Olmaz ki, çıkmaz. Kafam niye sesli olarak çalışamıyor? Sesli olarak çıkanın, sonradan yazılabilme ihtimali var ama. Galiba kafayla, elin aynı vücuda bağlı olması şart.
Bir kere cüzdanımı çaldırdığımda karakolda ifade vermiştim. Şöyledir, böyledir, diye anlatıyorum... Sonra imzalamam için metni bana bir verdiler, tamam adam belli kalıplara göre şekil vermiş, ama çok gereksiz, hiçbir işe yaramayacak da üç beş detay eklemişti. Güya sakladım o kağıdı, ama sakladığım başka bir sürü "cisim"le birlikte kayıp. İfadeyi kağıda geçiren polisin yazdığı hikâye var mı diye merak etmiştim, ama kendisi bir hikâye konusu olabilir, o ayrı.
Uşak'ta Narlı diye bir köy var. 5-6 sene önce Fevzi Can isimli köylünün, bir uzaylı gördüğünü söyleyip, nasıl taşladığını anlatışı haber olmuştu oraya buraya. Fevzi Bey gitmiş ifade vermiş, o da malum kalıplara uyacak şekilde kağıda dökülmüş. Bütün metinde "cisim" diye anlatılan uzaylının nasıl göründüğü, traktörün üzerine gelişi, taşlanışı, sonra "minare boyu" yükselişi; sürükleyici bir metindi. Fakat yazıcı memur işinin ehli de olsa, sözün yetişmediği haller var. Fevzi Can'ın anlattıklarına göre, bir de "robot resim" eklenmişti.
Şimdi oldu.

Cuma, Aralık 15, 2006

Arıza kaydı


Sabaha karşı herhangi bir nedenden uyanınca, sonradan gördüğünüz rüyada netlik problemi olmuyor. Eve hırsız girdiğini gördüm, ama bütün pencereleri demirli olan eve, benim şimdiye kadar bilmediğim bir pencereden girmiş, alışılagelen hırsızlık ganimetiyle birlikte bilgisayarımın harddiskini alıp da gitmiş hırsız. Kötü uyandım; neyi kaybettiğimi bilmiyorum rüyada -benim ayıkken bilmediğim.
Krem peynirli bir tost yedim, bilgisayarı açtım; kayıp yoktu. Fakat benim adım soyadımla, biri bana içinden "siz" geçen cümleler kurarak bir mail atmıştı. Bir arkadaşım mail adresimi yanlış alınca, ad soyad yöntemini denemiş ve hayatta benim adım soyadımdan biri daha varmış. Ve ne tesadüf, o ikinci ben, bana ulaşacağı yolu biliyormuş.
İş yerine gereken malzemeleri tamamlıyorum. Sağlık raporu lazımmış, bir de akciğer mikro-filmi. Beşiktaş Veremle Savaş'ın mikro-film edevatı kullanım dışı, ama rapor mümkün. Doktor bana "Herhangi bir arızanız var mı?" diye soruyor, ben ayaktayım, "Yok" diyorum tabii ki.
Sabıka kaydı almam gerekiyor, Şişli Adliyesi'ne koşturuyorum. Nüfus kağıdında 18 yaşımdaki ben... Başka bakıyor tabii. Adam "Bu siz misiniz?" diye soruyor. Ya ben olmasam?

Salı, Aralık 12, 2006

Uykudan önce


Kuzenimle aynı odada uyuduğumuzda, 'uyumadan önce son işareti kim verecek' oyunu oynuyorduk. Uykuya en yakın halde, anlamsız da olsa bir kelime söyleyeceksin. Uykuya geçiş salisesini yakalamak istiyordum; ama ertesi gün bile hatırlamadığımız kelimeler, uykuyu geciktiriyor, yine de hatırlamadığımız bir yerde çözülüyorduk.
Uyku ile uyanıklık arasında bir aralık var, nasıl severim orada oyalanmayı... Müzikli, insanlı, uyanıklığın benim dışımda sürdüğü odalarda gözümü kapamayı, defter kabıyla, defter kapağı arasındaki o yerde bir süre durmayı seviyorum. Bundan bir önce ne düşünmüştüm, diye geri sarıyorum / eski oturduğum evlerden, kaldığım otel odalarından, uyuduğum yabancı evlerinden, sevdiğim sokaklardan ayrıntı hatırlamaya çalışıyorum / bildiğim yollardan boyum otuz santim olsaydı neler görerek geçerdim diye düşünüyorum / sevdiğim günlerin kafamda cover'ını yapıyorum. Olduğunda oluyor yani.
Bayılarak uyumayı, içime civa konmuş gibi uyanmayı sevmiyorum.
Bayılarak uyuyorum, içime civa konmuş gibi uyanıyorum.
Aslında sabahını kestirdiğim böyle bir gece, böyle şeyler yazmak değil, sunturlusundan küfür etmek istiyorum.
Bir pansiyondaydım. Alt katta üç kişilik bir aile yemek yiyordu. Adam karısına bağırmıştı: "Bu kavun kelek, niye aldık o zaman biz bunu!"
Neyle neyin arasındaysam, bilemedim şimdi ne dediğimi. Ama kavun kelek!

Pazartesi, Aralık 11, 2006

Haftalık rough plan


PAZARTESİ
Eski vesikalık fotoğraflar bulunacak, aralarındaki yedişer fark ayıklanacak. Gece gerekli masalara alevli meyve tabağı yollanacak.
SALI
Bahçedeki toprak havalandırılacak. Civardaki taksi durakları aranarak, A noktasından eve ve evden B noktasına kaç yazar, diye sorulacak. Gündüz açma ihtimali zorlanacak.
ÇARŞAMBA
Teki olmayan çoraplar atılacak. Okunmuş kitap aralarında kalan bilet/ fotoğraf/ mektup ne varsa toplanıp, bir kutuya konacak.
PERŞEMBE
"Adapazarı treninde banliyö biletleri geçersizdir. Ara istasyonlarda durmaz"ı hâlâ aynı kadın mı söylüyor kontrol edilecek. Gece eski karışık kasetler karıştırılacak.
CUMA
Saatler iki saat geri alınacak. Dört saat bir şey yapmadan durulacak.
CUMARTESİ
Eski gazetelerin bulmacaları çözülecek. Radyodan bir Norveç radyosu bulunacak, bayat ekmekler kızartılacak.
PAZAR
Beyaz fonlu vesikalık fotoğraf çektirilecek. Ekmek alınacak.

Cumartesi, Aralık 09, 2006

Yürek dürüm 2,5

Bunlar aklımdan geçerken kulağımda buna benzer şeyler vardı; başka bir şey de olabilirdi. (mp3 koymayı şimdilik beceremedim, ama burada fazlası var)
Önce kulaklık denilen gerecin ne kadar şahane, ne kadar kuvvetli bir icat olduğunu düşündüm. Yüzüme bakıyorsunuz, ama benim ne duyduğumu bilmiyorsunuz; benim sizi nasıl gördüğümü...
Bazen soundtrack gelip kendi filmini buluyor. Bulduğu gibi bırakmıyor, filmi değiştiriyor. Bir minibüs dolusu insanla, ama onlardan uzakta, girdiğiniz çukurlar bedenleri başka bir tür kavisliyor, yol kenarındaki lambaların sarısı başka bir tür yayılıyor. Otobanların yaya giremez yerlerine, nasıl bir çabayla yazılmış "seni seviyorum leyla"lar çarpıyor göze. Otoban kenarındaki 45 derece eğimli çimene çömelmiş sigara içen adamlar, denizden çok uzakta otoban lambalarına tünemiş martılar; bunlar var.
Yolda yürürken diyelim, ne güzel, ne gizli bir gülümseme adımların kulağından gelene uyması, insanın ellerini ceplerine sokuşundaki "ben başka bir yerdeyim hah ha" havası...
Bir ara sokak ocakbaşısında "Yürek dürüm 2,5 YTL" yazısı gördüm. Bir kısa filmi orada bitirdim.

Çarşamba, Aralık 06, 2006

Neyin yolu bir mi?


Uzun süre MSN'e hiç girmemiştim. Böyle fasılalı girişlerde kaderimintekgulu@hotmail.com, askdediginneki@hotmail.com nevinden adreslerden ahbablık teklifleri yığılıyor birden ekrana. Hepsine no demek bir mesai... Kaç senelik liste, eski arkadaşlar, iş vasıtasıyla birkaç kez yazıştığım insanlar... Uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımı online gördüm. Şimdi bir gazetenin gece editörü... Selamlaşmamızla "Fiji'de darbe oldu, benim gitmem lazım" demesi bir oldu. Bir iki lafa tutmaya kalktım, bana "cipskolakilit" dedi. Bu lafı duymayalı ayrıca yüzyıl olmuş, ama çok ikna edici geldi, sustum.
Bir de icq vardı, hâlâ vardır... Oradan kendime seçtiğim isim 'pasiflola'ydı. İki günde değiştirmek zorunda kalmıştım, çünkü "aktif" ve "pasif" olayı, şahsımı bambaşka bir mecraya taşımıştı. Icq'da tanışıp evlenenlerin bir haber değeri vardı o zamanlar, sudoku memlekete gelmemişti, sigaraların üzerinde "öldürür" yazmıyordu.
Aynı gece bir arkadaşımın yolladığı myspace sayfasına baktım; aşina olduğum bir space değil. Pek adetim sayılmaz, ama bir fotoğrafı pek dokunaklı geldi, yorum yazayım istedim. Myspace bana "You must be someone's friend to make comments about them" dedi ki, çok ağrıma gitti.
Sıkıntıdan kendime "Google'da sektirmeli arama" oyunu uydurmuştum. (Bkz. Kasım arşivi / Bir oyun oynuyorum) Başka örneği var mıydı bilmiyorum, bir grup müzisyen yaptıklarına "arama müziği" diyor. Bütün sözler internetten arka arkaya yapılan aramalardan... Dadaist metinler çıkmış haliyle ortaya. Bir daha bozuldum. Neyin yolu bir mi?

Pazartesi, Aralık 04, 2006

Göğsüne pencere aç!

İnsanın altı yaşındayken canı niye sıkılır? Ben evin içinde "canım sıkılıyor, canım sıkılıyor" diye mızmızlanarak dolanırdım. Bir keresinde dedem "Göğsüne pencere aç, geçer" demişti. Göğüse pencere açmak! Çok fantastik gelmişti, görüntüyü gözümde canlandırdığımı çok iyi hatırlıyorum.
Hulusi Kentmen'e benzerdi dedem; onun daha ufak tefeği ama... Dört kızla uğraşmaktan mı sertleşmişti, yoksa hep mi öyleydi bilmiyorum. Bir şeye tepesinin tası attı mı, hemen ayaklanır, "Topla bavulları İsmet Hanım, gidiyoruz" derdi. İsmet Hanım'ın hayatı bavul toplamakla geçmişti. Çok güzeldi anneannem, daha da güzelmiş eskiden. Dedemi de severdi, o öldükten sonra altı ay ya yaşadı ya yaşamadı, ama bir teyzemden duymuştum, asıl çok sevdiği başka biri varmış çook eskiden. Söylenirdi, ama dedem de çok severdi İsmet Hanım'ı. Anneanemin kanser olduğunu güya ondan saklamışız, güya o bilmiyor, bir sabah uyanmadı dedem. Küçük salonlarında ikisinin daimi koltukları vardı: dedeminki odaya, anneaneminki sokağa hakim... Tülü tam açmazdı, hafif aralayıp, sokağa bir üçgen açardı, ses etmeden saatlerce gelene geçene bakardı. Dedem çok güzel yemek yapardı. Anneannem bizi öpmezdi, koklardı.
Bir şey daha geldi aklıma dedemle ilgili... Ya 81'in, 82'nin 10 Kasım'ı; onların evindeyiz, televizyon açık... TRT'de bütün gün kesintisiz 10 Kasım özel... "Bu Atatürk'ü de çok abartmıyorlar mı?" demiştim, işte ya 6, ya 7 yaşındayım. Musa Bey bir parladı, İsmet Hanım kafasını sokaktan çevirdi. Sonra da annemi çekmiş bir köşeye "Sen nasıl çocuk yetiştiriyorsun!" diye. Dedem kendi babasını hiç görmemiş, o altı aylıkken gittiği Çanakkale Savaşı'ndan dönmemiş çünkü. Bacak kadar veletinki fena gaf yani...
İsmet Hanım'la, Musa Bey gideli neredeyse 20 sene olacak. Ben bu gece başka şeyler yazmak için oturmuştum, göğse pencere açma ihtiyacından belki...